SORULARA YANITLAR

SEMPTOMLAR, ATLAMA TAŞLARI VE AYAĞA TAKILAN TUĞLALAR

SORULARA YANITLAR

Bilgisayarlar insan zekâsının yaptığı işi üstlenebilir mi?

Soru çok ciddi gözükmeyebilir ama o mümkün olan en ciddi sorulardan biridir. Anlaşılması gereken ilk şey bunun gerçek olacağıdır. Ondan kaçınma olasılığı yoktur. Ondan kaçmak için bir neden de yoktur. Belki de ben dünyada mekanik beyinlerin insan zekâsının işini üstlenmesini kesinlikle destekleyen tek kişiyim. Benim böyle garip bir şeyi desteklememin sebepleri çok açıktır.

Her şeyden önce bizim insan zihni dediğimiz şeyin kendisi bir biyolojik bilgisayardır. Sadece onunla birlikte doğmuş olman pek bir şey fark ettirmez. Çok daha etkin, çok daha zeki, çok daha kapsamlı; daha iyi bir bilgisayar beynine yerleştirilebilir.

Her yeni şeyden rahatsız olan insanlar her zaman vardır. Her yeni şeye şiddetle karşı çıkan dinler, kiliseler vardır. Çünkü her yeni şey insan hayatının tüm yapısını değiştirir. Örneğin bilgisayar tüm tarih boyunca, insanların ortaya koyduğu aptallığı değiştirebilir. Bilgisayarların savaş çıkaracağını sanmıyorum ya da insanları sömüreceğini ya da siyah ve beyaz, kadın ve erkek arasında ayrımcılık yapacağını.

Bunun da ötesinde efendi her zaman sensin bilgisayar değil. Bilgisayarın programını her zaman değiştirebilirsin. Bilgisayar sadece biyolojik olarak sende mevcut olmayan muazzam olasılıklar sunan muhteşem bir araçtır. İnsanın asla hayal etmemiş olduğu şeyleri yapabilirsin. Bilgisayar Albert Einstein'dan binlerce kez üstün olabilir. Doğaldır ki bilgisayar her gün değişmeyen, çok daha gerçek, çok daha sağlam temelli bir bilim üretebilir çünkü yeni keşifler olmaya devam ediyor ve eski keşifler eskiyor. Bilgisayar gerçeğin tam merkezine ulaşabilir.

Sen ne istersen sana sunabilir. O senin ellerindeki bir araçtır. Tehlike değildir.

Ve o tüm entelektüel, zihinsel işleri yapıyor olacağı için benim sana söylediğim olasılığı kimse göremiyor: Sen sadece meditasyonun içinde rahatlamak için serbest kalacaksın. Bilgisayar bir kenara konulabilir. Bilgisayar tüm düşünmeyi yapabilir; senin sürekli gereksiz bir şekilde gevezelik yapmana gerek kalmaz. Ve bilgisayar Hıristiyan değildir, Hindu değildir, Müslüman değildir. O basitçe insan bilinci tarafından yaratılmış mekanik bir alettir. Ve sonuçta o insan bilincinin en üst potansiyeline ulaşması için yardımcı olabilir.

Fakat her yeni şeye karşı çıkılacaktır çünkü her yeni şey eski şeylerin modasını geçirir. Eski fabrikalar kapanacak, eski endüstriler kapanacak. Dünyada pazara asla sunulmayan bir çok buluş var çünkü onların patentleri işleri onlardan etkilenecek insanlar tarafından satın alınır. Ve bilim adamlarının kendi fikirlerini hayata geçirecek paraları yoktur.

İnsanlığın daha konforlu, daha coşkulu olmasına, daha iyi elbiselere, daha iyi yiyeceklere sahip olmasına yardım edebilecek yüzlerce buluş vardır. Ancak onlar asla gün yüzü göremeyecek çünkü bu yeni şeyler pazara çıkarsa harabeye dönecek insanlar vardır. Ve yeni şeyler doğal olarak korku yaratır.

Fakat bugün fabrika robotlar tarafından çalıştırılıyor. Onlar asla yorulmuyor onlar asla emekli olmuyor, onlar maaşlarına zam istemiyor; sendikalar oluşturmuyorlar, greve gitmiyorlar. Onlar bulabileceğin en hoş insanlar. Ve onlar gece gündüz yirmi dört saat çalışıyorlar. Onların verimliliği mükemmel, yüzde yüz. Fakat onlar bir tehlikedir çünkü insanlar işsiz kalıyor. Şimdi bu işsiz insanlar sorun çıkaracaktır onlar robotları istemiyorlar. Fakat ben tamamen robotlardan yanayım. Herkes olmalı ve maaş verilmeli; çalışmadığı için.

Robotlar işi yapıyor sense maaş alıyorsun. Ve hayat saf bir coşkuya dönüşür.

O zaman sen meditasyon yapabilirsin, dans edebilirsin, şarkı söyleyebilirsin, dünya turuna çıkabilirsin. Sorun çıkıyor çünkü biz çözüme odaklanamıyoruz. Çözüm basittir. Sana para ödeniyordu çünkü sen üretiyordun. Şimdi robot daha çok üretiyor, çok daha verimli oluyor ve ona para ödenmiyor. Senin işsiz, aç, yoksul kalmana gerek yok. Bu çok basit bir aritmetik: Sana para ödenmeli; daha çok para ödenmeli çünkü sen yüz kat daha çok üreten bir robota yerini bıraktın. O halde gelirin iki katına çıkarılsa bile kayıp yoktur.

Ve şayet tüm dünya çalışmazsa ve keyfini çıkaracak kadar parası olursa zannediyor musun ki birileri orduya katılacaktır? İnsanlar karnavallara, sirklere katılacaktır... Her çeşidinden kutlamalar yapılacak. Ama savaşa hiç gerek yok... Ve şayet savaş kesin bir ihtiyaç ise robotlar var bırak onlar savaşsın. Hiç kimse kazanmayacak. Her iki tarafta robot; hiç kimse ölmeyecek. Her gün birkaç parçası eksik olarak geri gelecek; onları tamir et ve geri gönder. Savaş dahi çok büyük bir keyif olabilir; zafer ya da yenilgi söz konusu olmayacak.

Fakat insanlar korkar onlar insanların acı çekmediği bir dünyayı hayal bile edemezler. Senin takıldığın şey bilgisayarların, zekânın yerini alacak olması. Onlar zekâda çok daha üstün olacaklar ancak bir şeyi unutma: Bu bilgisayarlar senin elindedir. Sen onların elinde değilsin, o nedenle bir sorun yok.

Bugüne kadar sen senin için gereksiz bir ağırlık olan hafızanı kafanda taşıyarak yaşadın. Yirmi beş yıl okullarda, üniversitelerde, kolejlerde öğrenim görmek; doktoralar, doçentlikler... Ne yapıyorsun? Bir bilgisayar yaratıyorsun ancak eski modası geçmiş bir yöntemle; küçük çocukları ezberlemeye zorlayarak. Buna gerek yok. Bilgisayar her şeyi yapabilir sadece bilgi girilmesi gerekir.

Tıp bilimi hakkında her şeyi bilen bir bilgisayar satın alabilirsin. Tıp fakültesine gitmene gerek yok sen sadece bilgisayara sor ve cevap anında oradadır. Senin hafızana güven olmaz. Ve bilgisayar her zaman yeni bilgilerle beslenebilir çünkü her gün yeni keşifler yapılıyor. Bilgisayar üniversitenin ana bilgisayarına bağlanabilir. O nedenle senin alanını ilgilendiren her yeni keşif senin hiç uğraşmana gerek kalmadan bilgisayarına yüklenebilir. O orada bekler, sen bir sorgulama yaparsın ve bilgisayar sana söyler.

Her türlü hafızaya sahip çok boyutlu bilgisayarların ya da sadece tarih, insanlığın tüm tarihi olan tek boyutlu bir bilgisayar olabilir. Şimdi, sen insanlığın bütün tarihine sahip olamazsın. Sokrates'in Xanthippe ile hangi tarihte evlendiğini biliyor musun? Bilgisayar sana anında söyleyebilir. Bu talihsiz tarih... Sokrat'ın zehri bu kadar kolay kabul etmesinin nedeninin karısı olduğundan şüpheleniyorum çünkü hayat o kadar işkence halindeydi ki; ölüm bundan daha kötü olamazdı.

Sen ne kadar hatırlayabilirsin ki? Hafızanın bir limiti vardır. Ama bilgisayar neredeyse sınırsız miktarda şeyi, hatırlayabilir. Ve daha pek çok olasılık vardır: Bir bilgisayar başka bir bilgisayarla birleşebilir ve yeni buluşlar, yeni ilaçlar, yeni sağlık yöntemleri, yeni yaşam yolları ortaya çıkarmayı başarabilirler.

Bilgisayarlar canavarlar olarak anlaşılmamalı. Çok muhteşem bir lütuf vardır. Ve insan entelektinin yapmış olduğu şey çok küçüktür. Bir kez bilgisayar devraldığında çok fazla şey yapılabilir: Kimsenin aç kalmasına gerek olmayacak, kimsenin yoksul olmasına gerek yok, kimsenin hırsız olmasına gerek yok, hiç kimsenin yargıç olmasına gerek yok çünkü bunların hepsi aynı mesleğe aittir; yargıçlar ve hırsızlar, suçlular ve kanun yapıcılar. Hiç kimsenin yoksul olmasına gerek yoktur ve hiç kimsenin zengin olmasına gerek yoktur. Herkes refah içinde olabilir.

Fakat büyük ihtimalle hiçbir devlet bunun olmasına izin vermeyecek. Hiçbir din bunun olmasına izin vermeyecek. Çünkü bu onların kutsal metinlerine uymayacaktır, bu onların doktrinlerine uymayacaktır. Hindular eski hayatında kötü eylemler yaptığın için acı çekmen gerektiğine inanırlar. Kimse geçmiş hayatlar hakkında bir şey bilemez. Onlar sefaleti, yoksulluğu, hastalığı ortadan kaldıracak hiçbir buluşu kabul edemezler. Çünkü o zaman reenkarnasyon ve iyi ve kötü eylemlerin cezalandırılması ve ödüllendirilmesi teorisine ne olacaktır? Hinduizmin tüm doktrini basitçe anlamsızlaşacaktır.

Genç bir adam üniversiteden yüksek lisans derecesi alarak geldi. Babası onu bekliyordu çünkü hayatı boyunca çalışmaktan yorgun düşmüştü. Oğullarının üçü tıp fakültesinde okuyordu; en azından bir tanesi geri gelirse onun yerini alabilir ve diğer ikisini destekleyebilirdi. Ve genç adam hemen şunu söyledi, "Senin çalışmana gerek yok. Sen dinlen ve rahatla ben icabına bakarım." Ve üçüncü gün babasına yaklaşıp, "Baba senin otuz yıldır tedavi etmekte olduğun kadını iyileştirdim" dedi.

"Seni ahmak! Senin eğitimini ve diğer iki kardeşininkini karşılayan kadın buydu. Onu bu halde ben tutuyordum. O, o kadar zengin ki hasta olmayı karşılayabilir. O fakir değil."

Zengin olmak ve hasta olmak çok tehlikelidir. Yoksul olmak ve hasta olmak çok tehlikeli değildir. Kısa sürede iyileşeceksin çünkü fazla para ödeyemezsin. Aksine doktora "Yazmış olduğun reçetedeki ilaçlar, diyet ne olacak? Benim hiç param yok," diyebilirsin. Doktor da "Bunu iyileştirip ondan kurtulmak daha iyi olacak," diye düşünecektir. Ancak zengin bir adam hasta olduğunda bu doktorun zihninde çok garip bir ikileme neden olacak: Onu iyileştirmek ya da onu sürüncemede bırakmak çünkü o ne kadar sürüncemede kalırsa sen o kadar çok para kazanırsın. Onu iyileştirirsen bu parayı alamazsın.

Ancak bilgisayarlar başarabilirse o zaman pek çok meslek etkilenecek. Ve onu engelleyecek meslekler bunlardır; onlar bin bir tane bahane üretecek: Tanrı asla bir bilgisayar yaratmadı, bilgisayarlar tehlikelidir çükü onlar senden zekânı alacaklar.

Sen zekânla ne yapıyorsun? Mutsuz oluyor, kıskanç oluyorsun. En azından bilgisayarlar kıskanç olmayacak ve mutsuz olmayacak. Zekânla ne yapıyorsun? Yok etmek, her çeşidinden savaş, her türden şiddet.

Bilgisayarlar sana tüm hayatın boyunca sürecek komple bir tatil verebilir. Rahatlayabilirsin. Rahatlamayı öğrenmek zorunda kalacaksın çünkü hepiniz işkolik olmayı öğrendiniz. Binlerce yıldır, çalış, çalış, çok çalış! Bilgisayarlar senin çalışmakla ilgili bütün koşullanmanın karşısına çıkacaktır. Tembellik ilk kez manevi bir nitelik haline gelecek: En tembel olanlar kutsanmışlardır, bu gezegenin krallığı onlarındır. Ve kendi tembelliklerinin içinde isterlerse güzel bahçeler yapabilirler. Sırf zevk için, bir amaç için değil. Resim yapabilirler; satmak için değil de sadece renklerin içinde, renkleri karıştırarak, renklerin dansı ile mutlu olmak için. Müzik yapabilirler; parasal bir neden için değil, bir iş olarak değil sadece keyifli bir coşku için.

İnsanların cennette, hayatta bulmayı hayal ettikleri şey bu gezegende gerçek olabilir. O kadar uzağa gitmeye gerek yok. Ve hiç kimse yolu bilmiyor ve hiç kimse henüz oraya gitmedi. Ve oraya gitmiş olanlar bir kart bile bırakmadı: Biz vardık! Ne kadar cimri insanlar; sadece bir yılbaşı kartı... Ancak cennet yaratılmak zorundadır; varoluşta bir cennet yoktur. O insanın farkındalığından, bilincinden ortaya çıkmak zorundadır.

Bilgisayar da insanın yaratıcılığının bir parçasıdır. Onunla rekabet etmeye gerek yok; efendi sensin. Ve ilk defa bilgisayar ve sen ayrısınız. Bütün mistiklerin sana öğrettiği şey budur sen ve zihin ayrısınız. Fakat bu zordur çünkü zihin kafanın içindedir ve bilinç ona çok yakındır o nedenle binlerce mistik bunu öğretiyor ama kimse dinlemiyor. Mesafe çok büyük değil fakat bilgisayarlarla mesafe çok net olacak; hiçbir mistiğin sana söylemesine gerek kalmayacak.

Herkesin kendi cebinde kendi bilgisayarı olacak ve onun ayrı olduğunu bilecek. Ve kişi düşünmekten özgürleşecek; bilgisayar onu yapıyor. Bir şey düşünmek istiyorsun, bilgisayara düşünmesini söyle. Eğer eski alışkanlığın gevezelik yapmak gelirse içinden bilgisayara "Gevezelik yap" de ve o gevezelik yapmaya başlayacak. Fakat sen ilk defa Budaların bahsetmekte olduğu şey olabilirsin; sadece farkında, sessiz, huzurlu, bir bilinç havuzu.

Bir bilgisayar farkında olamaz. Bir bilgisayar entelektüel olabilir, bir bilgisayar bilgili olabilir; bir bilgisayar öylesine bilgili olabilir ki dünyadaki tüm kütüphanelerde bulunan tüm bilgileri içerebilir. Cebinde taşıyabileceğin tek bir bilgisayar. O milyonlarca insanı hatırlama gibi gereksiz bir şeyden kurtarabilir. Milyonlarca insanı öğretmekten ve öğrencilere eziyet etmekten uzak tutabilir. Sınavlar ve tüm aptalca şeyler kaybolacak.

Bilgisayar gerçekleşmiş olan en büyük olaylardan biri olabilir. O kuantum sıçrayışı olabilir. O geçmişten ve geçmişin tüm koşullanmalarından kopuş olabilir.

Hymie Goldberg "Hayatınızın fırsatı!" yazan bir gazete ilanına yanıt verir. Ona adres verilir ve kendisini yaşlı adam Finkelstein ile yüz yüze bulur.

"Aradığım şey," diye açıklar yaşlı Fink, "benim tüm endişelerimi duyacak bir kimse. Senin işin benim tüm önemsediğim şeyleri sırtlamak olacak."

"Bu bayağı bir iş," der Hymie. "Ne kadar ödeyeceksiniz?"

"Benim tüm endişelerimi kendi endişen yapmak için, yılda yirmi bin dolar alacaksın," der yaşlı Fink.

"Tamam, ne zaman ödemeyi yapabilirsiniz?" diye sorar Hymie.

"Aha!" der Fink. "Senin ilk endişen bu."

Niçin insanlık küresel intihar yolunda yürümek için çok istekli görünüyor?

Sebep çok açıktır. İnsanlar hayatlarının hiçbir anlamı olmadığını, mutsuzluk dışında bir şey olmadığını; kaygı dışında, acı dışında, hayatın sunduğu hiçbir şey olmadığını fark etmiştir.

Bireyler her zaman intihar etmiştir. Ve şaşıracaksın: İntihar etmiş insanlar her zaman normal insanlardan biraz daha akıllıdır. Psikologlar tüm diğer mesleklere nazaran iki kat daha çok intihar eder. Ressamlar, şairler, felsefeciler ya delirirler ya intihar ederler. Aptalların ne intihar ettikleri ne de delirdikleri görülmüş bir şey değildir. Aptallar hiçbir zaman intihar etmemiştir çünkü onlar anlam, önem, amaç hakkında düşünemezler bile. Onlar pek de düşünmezler; onlar basitçe yaşarlar, onlar bitkisel hayattadırlar. Zekâ ne kadar yüksekse tehlike o kadar çoktur. Çünkü o seni ne kadar yüzeysel, tamamıyla boş bir hayat yaşadığının farkına vardırır. Tutunacak hiçbir şey yok. Biliyorsun ki yarın bugünün bir tekrarı olacak o yüzden devam etmenin ne anlamı var?

Bireyler intihar etmiştir çünkü sadece bireyler belli bir zekâ, hayatın herhangi bir anlamı olup olmadığını anlama aşamasına gelmiştir. Artık tarihte ilk kez dünyanın her yanındaki milyonlarca insan hayatın anlamsız olduğunu hissettikleri bir olgunluğa ermiş durumdadır. Bu nedenle insanlık toplu bir intihara doğru gidiyor. Devam etmek için bir neden gözükmüyor; ne için? Hayatını yaşadın ve hiçbir şey bulamadın. Artık çocukların yaşayacak ve onlar da hiçbir şey bulamayacak: Kuşaklar ve kuşaklar, elinde sadece boşluk var; tatmin yok, doyum yok.

Ancak bana göre bu insana muazzam bir fırsat veriyor. Sadece çok yüksek düzeyde zekâya sahip insanlar, intihar etti ve delirdi çünkü onlar bu aklını yitirmiş dünyada yaşayamadı. Onlar kendilerini etraflarında sürüp giden her türden deliliğe adapte edemediler. Onlar dağıldıklarını hissettiler; onların deliliği buydu. Ancak aynı türden insanlar aydınlanmıştır da.

O halde bunlar zekânın üç olasılığıdır. Zeki insan ya ne olduğunu, niye olduğunu, niçin şunu ya da bunu yapması gerektiğini anlayamadığı için delirir; ya da bunun onu delirttiğini fark edip hayatına bir nokta koyar, intihar eder. Batıda olan şey çoğunlukla budur.

Doğuda aynı türden insanlar başka bir şey denediler; delilik değil, meditasyon. Batı bu anlamda yoksuldur. O meditasyonun zenginliğini bilmez. O meditasyonun senin tüm hayat görüşünü dönüştüreceğini bilmez; o sana muazzam bir anlamlılık, güzellik, saadet verir. Hayat kutsal bir şeydir onu yok edemezsin.

Doğudaki intihar oranı Batıdakiyle kıyaslandığında çok düşüktür, Doğudaki deliren insanların oranı Batıdakiyle kıyaslandığında çok düşüktür ve buna bir bakmak zorundasın. Ve bir şey daha var: Ve doğuda deliren insanlar çok zeki değillerdir. Onlar psikolojik olarak hastadır. Onları çıldırmaya iten şey zekâları değildir, o zihinlerinde bir şeylerin eksik olmasındandır. Belki yedikleri doğru değildir, zihinlerinin olgunlaşmasına yardım etmiyordur. Onların vejetaryenliği zekâlarının gelişimi için kesinlikle ihtiyaç duyulan belli proteinler yönünden eksiktir.

O nedenle Batıdaki ve Doğudaki delilik tamamıyla farklıdır. Doğudaki delilik psikolojik bir şeydir: Onlarda belirli şeyler eksiktir, onların gelişimi eksik kalmıştır, zihinleri gelişebilecekleri şekilde gelişememektedir.

Doğuda intihar eden insanlar da Batıda intihar edenlerden farklıdır. Doğuda insanlar açlık yüzünden, yoksunluk yüzünden, hayatlarını idame ettiremedikleri için ve hayatın bir eziyet haline gelmesi yüzünden intihar ederler. O nedenle arada niteliksel bir fark vardır.

Fakat Doğudaki zeki insanlar her zaman meditasyona yönelmiştir. Her ne zaman hayatın bir anlamı olmadığını hissettiklerinde, onun anlamını kendi içlerinde aramışlardır; meditasyonun yolu da budur. Onlar hayatın, sevginin tam kaynağını bulmaya çalışmıştır ve bulmuşlardır da. İçeriye doğru bakan herkesin onu bulması kaçınılmazdır. O uzaklarda bir yerde değil, o senin içindedir. Sen onu her zaman taşıyorsun!

Batı entelektüelleri anlamı dışarıda arıyor; ve dışarıda bir anlam yoktur. Onlar saadeti dışarıda arıyorlar. Unutma güzellik bakan kişinin gözlerindedir; o dışarıda bir yerde değildir. Ve aynı şey anlamlı olmakta, saadette, kutsama için de geçerlidir. O senin görüşündedir, o senin içindedir. Ona sahip olduğunda onu tüm varoluşa yansıtabilirsin. Ancak ilk olarak onu kendi içinde bulmalısın.

Şayet Jean-Paul Sartre, Marcel Proust, Martin Heidegger, Ludwig Wittgenstein, Bertrand Russel gibi insanlar Doğuda doğmuş olsalardı, onların hepsi aydınlanmış varlıklar olurdu. Ancak Batıda hepsi muazzam bir şekilde içlerinde acı, mutsuzluk taşıdı. Onlar hayattaki anlamın tamamen rastlantısal ve anlamsız olduğunu ve coşkunun tamamen bir hayal, bir umuttan ibaret olduğunu; gerçekte var olmadığını buldular.

Batının meditasyona ihtiyacı var. Doğunun ilaca ihtiyacı var; o bedeninden hasta. Batı ruhundan hasta. Bir kez sorunu net bir şekilde anlarsak... Şimdi dünyada tehlikede olan Doğu değildir; en kötü ihtimalle Etiyopya'daki gibi açlıktan ölebilirler. Fakat bu dünya için tehlike değildir. Aslında bir açıdan açlık çeken Doğu ölerek dünyaya yardım ediyor. Dünyanın nüfusunu azaltıyor. Sen bilmesen bile herkesi daha zengin yapıyor. Her gün bin tane Etiyopyalı ölüyor; onların bir şekilde senin rahatını artırdığını göremeyebilirsin ama onlar bunu yapıyor çünkü eğer dünyanın nüfusu azalırsa insanlar daha konforlu, daha rahat, daha çok coşku ile yaşayabilirler.

Sorun Doğu'dan kaynaklanmıyor sorun Batı'dan kaynaklanıyor. Sorun Batı entelektüellerinin hayattan bıkmış olmasıdır. Bu yüzden entelektüellerde nükleer silahlara karşı, bir üçüncü dünya savaşına karşı gerçek bir direnç yoktur. Aslında öyle görünüyor ki hayat anlamsız olduğu için derinde Batı zihni bir şekilde bunun bir an önce olmasını umut ediyor.

Eğer politikacılar tüm dünyayı yok etmeyi başarabilirse, bu senin intihar etme riskini almandan çok daha kolaydır. Sen olmak ya da olmamak ikilemine düşmeyeceksin. Kendini yok edip yok etmemeyi düşünmek zorunda kalmayacaksın. Yarın her şey daha değişik olabilir mi diye düşünmek zorunda kalmayacaksın. İntihar etmek bireysel bir sorumluluktur fakat küresel bir savaş, nükleer bir savaş; tüm sorumlulukların ortadan kalkar. O senin yaptığın bir şey değildir, o sadece oluyor.

Niçin Batı aydınları gerçekten nükleer silahlara karşı savaşmıyor? Aydınların bir parçası olan bilim adamları niçin hâlâ hükümetlere hizmet etmeye devam ediyor? En basit yol nükleer silahları yaratan tüm bilim adamlarının istifa etmesidir. "Bu kadarı yeter. Yeryüzündeki hayatı yok edecek silahları artık yaratamayız" demeleri gerekir. Ve şairler, filozoflar, ressamlar; protesto etmiyor gibiler. Onlar sadece taraftar haline geldiler. Bunun ardında bir mantık yok. Batılı insanlık zamanla her şey hakkında taraftar haline getirildi.

Sen futbol oynamazsın ama profesyonel, işi bu olan yirmi iki kişi futbol oynar. Ve milyonlarca insan sadece taraftardır ve onlar o kadar heyecanlanır ki… oturdukları yerde zıplarlar, bağırır, çağırırlar. Şayet stadyumda değillerse aynı tepkileri vererek evlerinde televizyon ekranlarının karşısında oturuyorlar. Başka birisi oynuyor ve sen sadece bir taraftarsın.

Ortalama bir Amerikalı günde beş ila altı saat televizyona bakıyor; altı saatliğine bir taraftar oluyor; bir katılımcı değil. Sonra taraftar olduğun filmler vardır, ve sonra taraftar olduğun boks maçları vardır. Öyle görünüyor ki hayatla temasını yitirmiş gibisin. Sen basitçe başkalarının yaşadığını görüyorsun; senin hayatın sadece izlemektir. Birisi satranç dünya şampiyonasında yarışıyor ve sen izliyorsun. Sen kendin satranç oynayamaz mısın? Sen kendin futbol oynayamaz mısın?

Bu çok uzak değildir, bu şimdiden oluyor...sen kendi karınla, kız arkadaşınla sevişmiyor olacaksın; başka birisi sevişecek ve sen izleyip, zıplayıp, "Hah! Muhteşem! Devam et!" diyeceksin.

Hayatın tümünü senin adına yaşaması için onu başkalarına terk ettin ve sonra da hayatın anlamının nereye gittiğini, niçin canlı hissetmediğini, hayatında niçin bir önem duygusu olmadığını soruyorsun. Taraftarlar önemli olamazlar; sadece her olayın içine tamamen girmiş, yoğun bir şekilde girmiş katılımcılar öyledir.

O nedenle belki de Batılı aydınlar üçüncü dünya savaşı televizyondan ilan edildiğinde izleyecek taraftarların durumundadır. Radyo dinleyen, gazete okuyan... Fakat bir şey yapacak mısın, yapmayacak mısın?

Yapmaktır senin özsuyunun akmasını sağlayan. Şayet sadece izliyorsan senin kendi özsuyun kuruyacaktır. Sen sadece bir iskelete dönüşürsün.

Batının dünyadaki eğitimli, çok büyük aydınların büyük bir kısmına sahip olması beni şaşırtıyor ama onlar hiçbir şey yapmıyor, onlar hiçbir eyleme geçmiyor. AİDS yayılıyor ve sen sadece izliyorsun. Devletlerin nükleer silahları yığıyor, senin cenaze ateşinin odunlarını yerleştiriyor ve sen sadece izliyorsun.

Sadece bir taraftar olma hipnoz altında olma halinden çıkartılmak zorundasın. Nükleer silahları yapan çok fazla sayıda insan yok. Sadece birkaç tane bilim adamı nasıl yapıldığını biliyor. "Hayır, biz ölümün hizmetkârları olmayacağız" diyemezler mi?

Ve tüm şairler ve tüm ressamlar ve büyük Nobel ödülü kazanmış olanlar, aktörler, müzisyenler, dansçılar; ne yapıyorlar? Çok büyük bir protesto olmalı; tüm nükleer silahlar Pasifik'in dibini boylamak. Her kim ona "pasifik" ismini koymuşsa gelecek hakkında büyük bir içsel kavrayışa sahip olmalı. Artık bırakalım bu isim bir gerçekliğe dönüşsün.

Fakat sorun şudur ki, sen hayatta bir anlam, içinden yükselen bir coşku, seni sarmalayan bir tazelik hissedemezsen hayat için kavga edemezsin. Ve insanlık tarihinde ilk kez hayat uğrunda savaşılmak zorundadır.

Meditasyon gerekli atmosferi yaratacaktır. O seni eyleme, sevgiye, anlama geri döndürecek. Ve o zaman doğal olarak bir şey yapılması için zamanın geldiğini göreceksin. Bu güzel dünya ölmemeli.

Bu kendine has, çok küçük bir gezegen. Hiçbir sınır tanımayan bu engin evrende bu küçücük gezegen tektir; tektir çünkü burada kuşlar şarkı söyler, çiçekler açar bu yerde, hayat yeni bir seviyeye; bilince ulaştı burada. Ve birkaç insanda bilinç Omega noktasına değdi: aydınlanma.

Bu dünyayla kıyaslandığında tüm evren ölüdür. O çok büyüktür, engindir ancak tek bir gül dahi en büyük yıldızdan daha kıymetlidir.

Bu dünyayı yok etmek isteyen kişi evrimleşmekte olan çok kendine has bir şeyi yok etmek istiyordur. Ve bu bilinçlilik haline gelebilmek milyon yıl almıştır. Sadece birkaç kişi dahi en nihai mutluluk ve saadete erişmiş olsa da bu bile bu dünyayı en muhteşem hazine yapmaya yeter.

Milyonlarca güneş sistemi vardır ama hiçbir güneş sistemi bir Gautama Buda, bir Lao Tzu, bir Bodhidharma, bir Kabir ortaya koyduğunu iddia edemez. Bu dünya son derece muhteşem bir şey yapmıştır, o tüm evreni zenginleştirmiştir. O yok edilemez.

Savaş durdurulmalı; bunu yapmak bizlerin ellerindedir. Sadece bir taraftar olma. Sefaletinin içinde kalmaktansa kendi içindeki yaşam kaynaklarını ve gizemleri bulmaya başla. Tüm dünyayı kurtarmanın tek yolu budur.



Kendimi içinde bulduğum pek çok sosyal konuyla başa çıkamıyorum. Bir psikiyatrın yardımına mı ihtiyacım var?

Zihninde hiçbir yanlış yok. Aslında bu durum belli bir zekâya sahip herkeste olur. Bu sende bir şeyin eksik olduğu anlamına gelmez, bu senin ortalama zekâdan daha fazlasına sahip olduğun anlamına gelir.

Bu sorun bir şeyin eksikliğinden değil, bir şeyin fazlalığındandır: Senin ortalamadan daha çok zekân var.

Zihin biraz daha çok zekiyse asla tatmin olmaz çünkü o daha iyi durumlar hayal edebilir; sorun budur. Eğer yerde bin rupee bulursan ve aptalsan tatmin olabilirsin! Ancak zeki bir adam nasıl tatmin olsun? O iki bini, üç bini, beş bini düşünür; her neye sahipse daha fazlasını hayal eder.

Güzel bir kadının var; zeki bir adam daha güzelini düşünmeye başlar, fantezi kurmaya başlar. Bir ahmak tatmin olur çünkü hayal edemez... o daha iyi bir durum dahi hayal edemez, o yüzden niçin tatmin olmasın, nasıl tatmin olmasın?

O nedenle psikiyatrlar yardım edemezler çünkü sende yanlış bir şey yok! Bir şeyi düzeltemezler çünkü yanlış hiçbir şey yok. Senin ortalamadan daha çok zekân var. Artık bu zekâyı kendi sorunlarına daha derinlemesine uygulamak zorunda kalacaksın. Bir başkasının yardımını istemektense, kendi zekânı sorunlarına uygulamak durumunda kalacaksın.

Örneğin, belli bir şeyden tatmin olmadığında, niçin tatmin olmadığının çok farkına var; tüm tatminsizliği gör, ona derinlemesine gir. Katman, katman tüm kapıları aç her durumu, her ruh halini incele. Farkındalık sana yardım edecektir çünkü sende zekâ var ve zekâ farkındalığa dönüştürülebilir.

Öğütler işe yaramayacaktır; birisinin, "Tatmin oluver," demesi sana yardım etmeyecek; bunu yapamazsın. Kendi ruh hallerinin derin analizlerine girmen gerekecek. O nedenle ne zaman tatmin olmamış hissedersen yanlış hiçbir şey yoktur; anlaşılması gereken ilk şey yanlış hiçbir şey olmadığıdır! Kendini şanslı hissetmelisin çünkü aptal olabilirdin; aptal insanlar bu soruna asla sahip olmazlar, ahmakların hiçbir sorunu yoktur. Bir sorun iyi bir şeyin göstergesidir.

Ve sen hayat hakkında düşündüğünde, hayatın farkına vardığında...hayatın anlamı yok, nasıl onunla tatmin olunur ki? Şayet bunun için yavaş, yavaş derinlemesine girersen, hayatta herhangi bir tatminin mümkün olmadığını hissetmeye başlarsın. O zaman en temeldeki hakikatin üzerine kapaklanıp düşersin; hayatın anlamı yoktur. Sonra kişi içine dönebilir; o zaman dışarıya gitmeye gerek yoktur çünkü dışarıda bir anlam olasılığı yoktur. Orada sadece kaygı ve cefa vardır.

Ve senin gibi insanlar intihar ediyor. Hayat çok ağır geldiğinde ve her şey tatminsizlik yarattığında ve hiçbir şey mutluluk getirmediğinde, kişi, "Yaşamaya devam etmenin ne anlamı var? O zaman kendini yok et!" diye hisseder. Senin gibi insanlar ya intihar eder ya da çok büyük arayan haline dönüşürler; her ikisi de olasılık dahilindedir. Şayet kendilerini yok etmezlerse içlerine doğru yönelmeye başlarlar ve yeni bir hayat yaratırlar. Duyular aracılığıyla sunulan hayat anlamsızdır ancak bu mevcut olan tek hayat değildir. Çok daha muhteşem, çok daha ihtişamlı bir hayat daha vardır ve bu içe yönelik bilinçliliğin hayatıdır.

O nedenle sen bir arayan haline geliyorsun, sen onun kapısındasın, bu yüzden hasta olduğunu lütfen düşünme. Şayet bu tanımlamalarla düşünmeye devam edersen hasta hissetmeye başlayacaksın, kendini hasta olduğun konusunda hipnotize edeceksin. Sen hasta falan değilsin. Bu fikri tamamen terk et! Asla bir psikiyatra gitme çünkü eğer gidersen, var olmasa dahi sende yanlış bir şey bulacaklardır. Onu bulmak zorundalar; onlar da yaşamak zorunda, o yüzden birisi geldiğinde onda yanlış bir şey bulup onu tedavi etmek zorundadırlar.

Sende yanlış bir şey olmadığını derinlemesine görebiliyorum. Sadece bir açıdan ortalamadan daha fazla zekâya sahip olduğun için talihsizsin. Bu durumda sen ondan mutsuzluk da çıkartabilirsin, saadet de çıkartabilirsin; bu sana bağlıdır.



Kendimden usandım, iç dünyamla dış dünya arasında hiçbir bağlantı hissetmiyorum. Pek çok şey ilgimi çekerdi ama artık onlarla bir bağ hissetmiyorum.

Her zeki insanın hissedeceği budur. Can sıkıntısı kişinin zekâ için ödediği bedeldir. Bu negatif bir şey olarak algılanmamalı. Bu iyidir, bunu anlamanın içinde onu aşmak da mümkün hale gelir. Şayet bıkmadıysan, kendini asla aşamazsın. Kutsanmış olanlar hakikaten bıkkın olanlardır çünkü aşabilirler. Elbette aşmak zor ve meşakkatli bir iştir; kolay değildir. O Everest'e tırmanmak gibidir —zor bir şeydir— ama bir kez usandığında, o zaman zorluğun içinde dahi bir meydan okuma vardır.

O yüzden ilk olarak bunun hakkında endişelenme; bunun böyle olması iyidir. Ve bunu negatif bir şey olarak hissetme; bu zekânın parçasıdır ve sen zeki bir insansın o yüzden doğaldır ki can sıkıntısı hisseder olman kaçınılmazdır.

Ve ikinci olarak...

Bıkkın olmaya başladığında doğal olarak nasıl içe yöneleceğini merak etmeye başlarsın çünkü sen dış dünyadan bıktın, bildiğin her şey dışarıda. Bugün eski bir kral hakkında bir hikaye okuyordum; adı Bhartirhari.

O kral olduğunda vezirlerini çağırıp onlara, "Benim kuralım ve bu aynı zamanda benim emrim olacak: Her şeyi bir kez denemek istiyorum ama asla ikinci kez değil. Yani aynı yemek bana bir daha sunulmayacak aynı kadın bana bir kez daha getirilmeyecek; her şey sadece bir kez!" dedi.

Yılın sonuna doğru gelip dediler ki, "Daha fazlası mümkün değil. Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Artık delirmek üzereyiz; yeni şeyler bulamıyoruz!"

Kral da, "Tamam; her şeyden vazgeçiyorum!" dedi. Ve sonra bir sannyasin oldu. "Artık bitti! Her şeyi bir kez tattım, ikinci kez tatmanın ne anlamı var? Ben o kadar aptal değilim! Bir kez iyidir —artık onun tadını biliyorum— fakat onun tadını tekrar etmenin anlamı ne?" dedi.

Bu hikayeyi seviyorum... bu son derece güzel.

Zeki bir insan böyle olacaktır! O yüzden endişelenecek bir şey yok; bunun için ciddileşme. Bu iyidir, bıkmak tamamen iyidir. Kendisinden bıkmış hissetmeyen insan yanlış bir haldedir; onlar tehlikededir, onlar asla değişmeyecek. Onların değişmesine gerek yok. Onlar tekerleğin içinde dönüp duracaklar; onlar mekanik insanlardır. Bıkkın hissetmen sendeki ilk bilinç ışınıdır. Bu bıkkın hisseden kişi kimdir? Bu farkındalık sensin; ilk farkındalık ışını budur. Bugüne kadarki yaşama şeklin ve bu güne kadar yapmış olduğun şeyler anlamsızdır.

Şimdi ikinci şey... Dışarısı neredeyse bittiğinden şimdi sorun ortaya çıkar; nasıl içe yönelmeli? Eğer içe girmek için mücadele edersen, içerde olmayacak. Eğer içeri girmek için çaba sarf edersen içerde olmayacak çünkü çabayla yaptığımız her şey bizi dışarı götürür; gayret sarf ederek yapılan her şey dışa doğru yönelir.

İçe gitmek gevşemektir, kendi haline bırakmaktır; başka yolu yoktur. Rahatladığında içe gidersin, bir şey yapmaya başladığında dışarı gidersin. Yapmak dışarı gitmek demektir, yapmamak içeri girmektir. Bu nedenle o zordur. Şayet yapılacak bir şey olsaydı, sana, "Şunu yap ve içerde olacaksın" derdim. Bunun yapmakla bir alakası yok. Sabırlı olmayı öğrenmek zorunda kalacaksın, sonsuz düzeyde sabırlı olmayı öğrenmek zorunda kalacaksın.

Ve sadece oturmaya başla. Ne zaman vaktin olursa gözlerin kapalı olarak bir şey yapmadan otur. Dışarıdan bıktın mı? Yavaş, yavaş dış dünyanın rüyaları kaybolmaya başlayacak çünkü rüyaların devam etmesi için bir neden yok.

Yemeği düşünmeyeceksin; eğer hâlâ yemeği düşünüyorsan, şundan emin ol ki henüz bıkmamışsındır. Eğer kadınları düşünüyorsan, şunu çok iyi bil ki henüz bıkmamışsındır. Rüyaların sana gerçekten bıktığını mı yoksa hâlâ sürüncemede kalan ilgi alanların var mı gösterecektir. Şayet sürüncemede kalmış bir ilgin varsa onu da bitir; bunun bir mahsuru yoktur. Şayet gerçekten bıktıysan enerjinin kendiliğinden içeriye doğru yöneldiğini hissetmeye başlayacaksın. Hiçbir şey yapmıyorsun, sen sadece orada oturuyorsun ve o içeri giriyor, içeriye yağıyor.

Ve bu içeri doğru yönelimden senin merkezin ortaya çıkacak. Bu içe yönelmişlikten yeni ilgi alanları, yeni coşkular, yeni bir tarz, yeni bir hayat tarzı gelecek. Onu üretemezsin; senin üretebileceğin her şey eskinin tekrarı olacaktır...belki biraz daha orasından burasından düzeltilmiştir ama fazlaca bir fark yaratmayacak. O nedenle pasif olarak oturmaya başla ve daha çok pasif meditasyonlar yap.



İşimde her zaman kendime güvenimi kaybedeceğimden korkuyorum.

Aslında bizim düşündüğümüz kadar çok kendimize güvene ihtiyacımız yoktur.

Kendine güven bazıları için çok büyük bir nitelik olabilirken, bazıları için bir engel teşkil edebilir. Mesela, aptal insanlar her zaman zeki olanlardan daha çok kendilerine güvenirler. Aptallığın belli bir kendine güveni vardır. Aptal insanlar daha inatçıdır ve onlar kör oldukları için, göremedikleri için, herhangi bir yere; meleklerin bile ayak basmaya korktuğu yerlere balıklama dalarlar.

Zeki bir kimsenin bir miktar çekingen olması kaçınılmazdır. Zekâ çekingendir. Bunun basitçe anlamı şudur; milyonlarca fırsat vardır, milyonlarca alternatif vardır ve kişi seçmek zorundadır. Her seçim rastlantısaldır, o nedenle belirli bir kendine güvensizlik kaçınılmazdır. Ne kadar zeki olursan, bunu o kadar çok hissedeceksin.

O nedenle her kendine güven iyi değildir. Kendine güvenin yüzde doksan dokuzu aptalcadır. Sadece yüzde bir iyidir ve yüzde bir hiçbir zaman kesin değildir. Bu yüzde bir her zaman çekingendir çünkü gerçekten çok fazla alternatif vardır. Sen her zaman hangisinin doğru yol olduğunu gerçekten bilmeden dört yol ağzında duruyorsun. Nasıl kendine güvenebilirsin? Niçin kendine güvenli olmayı bekliyorsun?

Tüm yollar nerede ise aynı gözüküyor fakat kişi seçmek zorundadır. Bu bir kumarbazın seçimidir. Ancak hayat böyle bir şeydir; ve bu şekilde olması iyidir. Şayet her şey çok net, önceden planlanmış, prefabrike olsaydı o zaman sadece sana talimatlar verilirdi —"sağa dön ve sola dön ve şunu yap ve bunu yap"— kendine güven olacaktı ama bunun ne yararı olabilirdi? Heyecan kaybolurdu. O zaman hayatta hiç ışık olmazdı. O ölü bir rutin olurdu.

Hayat her zaman heyecan vericidir çünkü her adım başka bir yol ayrımı getirir... tekrar pek çok yol var, yeniden seçmek zorundasın. Titremeye başlarsın. Seçim doğru mu olacak, yanlış mı olacak? O zaman nasıl doğru bir şekilde emin olunabilir? Doğru bir şekilde kendine güvenli olmak tüm alternatifler hakkında düşünmektir ve ne hissedersen hisset diğerlerinden daha iyidir...

Kesin iyi ve kesin yanlışı isteme. Hayatta böyle bir şey yoktur. Bu sadece bir yüzdedir; biri diğerinden biraz daha iyidir. Hayat iyi ve kötü halinde iki kutba bölünmez, iyi ve kötü arasında bin bir tane durum vardır. O halde etrafına nesnel, sessizce, hissederek bakın, her olasılığı gör, endişelenme ve diğerlerinden biraz daha iyi hissettiren ne varsa ona devam et. Bir kez yönelmeye karar verdiğinde tüm diğer olasılıkları unut çünkü artık önemi yok. O zaman güvenli bir şekilde devam et.

Gerçekten zeki kendine güven budur. O çekingenliği tamamen yok etmez. O çekingenliği kullanır. O alternatifleri yok etmez. Alternatifler oradadır. O tüm alternatifler üzerinde mümkün olduğunca, sessizce, insanca düşünüp taşınır.

Bunlar yollardır. Pek çoğu sağa gidiyor; onlar onun daha iyi olduğunu düşünüyor. Sen hâlâ sola gitmenin iyi olduğunu hissediyorsun, o nedenle elbette ki bir çekingenlik olacaktır çünkü pek çok zeki insan ters yönde hareket ediyor. Nasıl kendinden emin olabilirsin? Burada yalnız değilsin. Pek çok zeki insan bu yolda gidiyor ve sen hâlâ bunun senin için doğru olmadığını hissediyorsun.

Yol ayrımında dur, düşün, meditasyon yap ancak bir kez karar verince tüm diğer alternatifleri unut; hareket et. Bir kez hareket etmeye karar verdiğinde orada tüm enerjine ihtiyaç vardır. Bölünme ve zihninin yarısının diğer alternatifleri düşünmesine izin verme. Kişi çekingenliği böyle kullanmak durumundadır.

Ve senin doğru olduğun kaçınılmaz bir kesinliğe sahip değildir. Benim söylediğim bu değildir. Kesin olmanın bir yolu yoktur. Yanlış olabilirsin ancak tüm yolu, ta en sonuna kadar takip etmediğin sürece bunu bilmenin bir yolu yoktur.

Fakat benim anlayışım kişinin doğru şekilde düşünebilmesidir. Düşünmenin kendisi sana gelişim sağlar. Yolda ilerlersin; doğru ya da yanlış olması alakasızdır. Hareketin kendisi sana gelişme sağlar. Bana göre mesele nereye gittiğin değildir. Bana göre önemli olan şey senin takılıp kalman değil gidiyor olmandır.

Bu yol çıkmaz bir yola ulaşsa da ve hiçbir yere seni götürmese de ve geri dönmek zorunda kalsan da endişelenecek bir şey yok. İyi ki gittin. Hareket etmenin kendisi sana pek çok deneyim sağladı. Yanlış bir yol biliyorsun. Şimdi eskisine kıyasla yanlış olanı tanıyorsun. Artık neyin sahte olduğunu biliyorsun; bu senin hakikati bulmana yardım edecek.

Sahte olanı sahte olarak bilmek muhteşem bir deneyimdir çünkü bu bir kimsenin yavaş yavaş hakikatin ne olduğunu bilmesinin tek yoludur. Hakikati hakikat olarak bilmenin yolu sahteyi sahte olarak deneyimlemekten gelir. Ve bir kimse doğru yola ulaşmadan önce pek çok yanlış yoldan geçmek zorundadır.

O nedenle benim için eğer sen cehenneme doğru gidiyorsan seni kutsarım çünkü cehennemi bilmenin başka bir yolu yoktur. Ve şayet sen cehennemi bilmezsen cennetin ne olduğunu asla bilmeyeceksin. Karanlığa git çünkü bu ışığı bilmenin yoludur. Ölümün içine git çünkü bu hayatı bilmenin yoludur.

Önemli olan tek şey bir yerde takılmamaktır. Öyle yol ayrımında çekingen bir şekilde, bir yere gitmeden durma. Çekingenliği alışkanlık haline getirme.

Kullan onu; o iyi bir araçtır. Tüm alternatifleri düşün. Düşünme, çekingenlik yapma demiyorum. Gözün bantlı olduğu için bir sorun yokmuş gibi ve başka yolların var olduğunu bilmeyen aptal bir adam gibi gözü kara bir şekilde hareket etme. Bu yüzden aptal insanlar daha çok kendine güvenlidir ama onlar dünyaya çok zarar vermişlerdir. Dünya eğer daha az kendine güvenli insanlar olsaydı, daha iyi olacaktı.

Adolf Hitlerlere bir bak. Onlar son derece kendine güvenliler. Onlar Tanrı'nın onlara tüm dünyayı değiştirmek için büyük bir iş verdiğini düşünüyorlar. Onlar aptal insanlardır ama çok güvenlidirler. Buda bile Adolf Hitler kadar kendinden emin değildir çünkü Buda aptal değildir. O hayatın karmaşıklığını anlar. O Hitler'in düşündüğü kadar basit değildir fakat o sadece saldırır ve insanlar onu takip eder.

Niçin pek çok insan böyle aptal liderleri takip eder? Niçin pek çok insan politikacıları izlemeye devam eder? Ne olur? Bir politikacının zeki olması çok ender gerçekleşir. Çünkü eğer o zeki ise bir politikacı olmayacaktır. Zekâ asla böyle aptalca şeyleri seçmez. Fakat niçin pek çok insan onları takip eder.

Sebep insanların pek kendine güvenli olmamasıdır. Onlar nereye gideceğini bilmezler, o nedenle onlar bir Mesih'i, birisinin onlara şu doğru yol demesini ve bunu çok kesin bir şekilde, onların korkularını dağıtacak kadar takıntılı bir kesinlikle söylemesini beklerler. Onlar, "Evet, lider burada. Şimdi onu izleyeceğiz. İşte doğru adam; ne kadar kendine güvenli" derler.

Liderin—aptallık yüzünden olan— kendine güveni büyük bir topluluğun onu izlemesine yardım eder çünkü insanların cesareti, kendine güveni azdır. Onlar takılmıştır. Onlar hareket etmekten korkar. Onlar çekingenlikleri yüzünden nerede ise donakalmıştır. Onlara ışık tutabilecek ve onların kendi korkularının ve güvensizliklerinin onlara sorun çıkarmamasını sağlayacak kadar kendine güvenli birisine ihtiyaç duyarlar. Artık bu adamla birlikte hareket edebilirler. "Evet, biz kendimize güvenli değiliz, sen öylesin. Senin kendine güvenin bizimkinin yerini alabilir" diyebilirler.

O nedenle kendine güven her zaman bir erdem değildir.

Zekâ her zaman bir erdemdir. O yüzden zekâda ısrar et. Bazen o seni çekingen, sinirli yapacaktır. Bu böyle olmak zorundadır... bu doğaldır. Hayat çok karmaşıktır ve kişi sürekli bilinmeyene doğru hareket eder. Nasıl bir kimse emin olsun? Bu talebin kendisi dahi saçmadır.

O nedenle zekâ senin hedefin olsun ve sonra da çekingenlik, gerginlik, her şey yaratıcı bir şekilde kullanılabilir.



Zihnimin hâlâ çok çocukça olduğunu görebiliyorum. Ne yapabilirim?

İnsanın farkında olması gereken şeyler vardır. Farkındalığın kendisi dönüşüm getirir; farkında olduktan sonra değişimi yapmak için bir şey yapman gerekmez.

Zihninin çocukça olduğunu görerek, zihin olmadığını da görebilirsin; öyle olmasaydı zihni çocukça gören kim oluyor? Zihnin ötesinde bir şey var; tepelerdeki gözcü.

Sen sadece zihne bakıyorsun. Kimin baktığını tamamen unutmuşsun. Zihni izle ama izleyeni de unutma çünkü senin gerçekliğin gözcünün içinde merkezlenmiştir, zihinde değil. Ve gözcü her zaman tamamen yetişkin, olgun, merkezindeki bir bilinçliliktir. Onun gelişmeye ihtiyacı yoktur.

Ve bir kez zihninin, senin tanık olan ruhunun elindeki bir araç olduğunun farkına vardığında, artık sorun kalmamıştır; zihin doğru şekilde kullanılabilir. Artık efendi uyanmıştır ve uşağa ne yapılması gerekiyorsa emredilebilir.

Normal haldeyken efendi uyuyordur. Biz gözcüyü unuttuk ve uşak efendi hale geldi. Ve uşak bir uşaktır; kesinlikle o pek zeki değil.

Sana basit bir gerçeğin hatırlatılması gerekiyor: Zekâ izleyen bilince aittir; hafıza ise zihne aittir.

Hafıza başka bir şeydir; hafıza zekâ değildir. Ancak tüm insanlık yüzyıllardır kandırılıyor ve dolaylı olarak hafızanın zekâ olduğu söyleniyor. Senin okulların, senin kolejlerin, senin üniversitelerin senin zekânı bulmaya çalışmıyor; onlar kimin daha çok anımsayabileceğini bulmaya çalışıyor.

Ve artık biz şunu çok iyi biliyoruz ki hafıza mekanik bir şeydir. Bir bilgisayarın hafızası olabilir ama bir bilgisayarın zekâsı olamaz. Bir bilgisayar seninkinden daha iyi bir hafızaya sahip olabilir. İnsanın hafızası çok güvenilir değildir. Unutabilir, karıştırabilir, tıkanabilir. Bazen sen, "Hatırlıyorum, tam dilimin ucunda" dersin. Garip o senin dilinin ucunda, o halde niye söylemiyorsun?

Ama sen gelmiyor diyorsun, "Dilimin ucunda ... bildiğimi biliyorum ve çok uzakta değil; çok yakın." Ancak yine de bir engel, çok ince bir engel —sadece bir tül olabilir— o yüzeye çıkmasını engelliyor. Ve ne kadar çalışırsan o kadar gerginleşir, hatırlamak olasılığı o kadar küçülür. En sonunda onu tamamen unutursun, başka bir şey yapmaya başlarsın —bir bardak çay yapmak ya da bahçede bir kuyu kazmak— ve ansızın o oradadır çünkü rahatlamıştın, onu tamamen unutmuştun, gerginlik yoktu. O ortaya çıktı.

Fakat binlerce yıl boyunca sanki hafıza zekâymış gibi bir yanlış anlama sürmüştür ve hâlâ sürmeye devam etmektedir. Öyle değildir. Arabistan'da, Çin'de, Yunanistan'da, Roma'da, tüm eski ülkelerde olduğu gibi Hindistan'da, tüm eski diller hafızaya dayanır zekâya değil. Tek bir zerre zekâ olmadan çok büyük bir Sanskrit akademisyeni olabilirsin; zekâya gerek yok, sadece hafızan mükemmel olmalı. Tıpkı bir papağan gibi... papağan ne söylediğini anlamaz ama o kesin bir doğrulukla, doğru telaffuzla onu söyleyebilir. Ona istediğin her şeyi öğretebilirsin. Tüm eski diller hafızaya dayanır.

Ve dünyadaki tüm eğitim sistemi hafızaya dayanır. Sınavlarda öğrencilere onların zekâsını gösterecek sorular sormazlar ama onların hafızasını, kitaptan ne kadarını hatırlayacağını gösterecek bir şeyler sorarlar. Senin geri kalmış, gelişmemiş zihninin sebeplerinden birisi budur. Sen hafızanı senin zekânmış gibi kullandın; son derece tehlikeli bir yanlış anlamadır. Çünkü kutsal kitapları bilirsin ve hatırlarsın ve alıntı yapabilirsin; yetişkin olduğunu, olgunlaştığını, bilgili olduğunu, bilge olduğunu düşünmeye başlarsın. Senin hissettiğin sorun budur.

Ben bir hafıza insanı değilim. Ve benim buradaki çabam sende bir meydan okumayı kışkırtıp bu sayede senin zekâya doğru ilerlemendir.

Ne kadar anımsadığının hiçbir yararı yoktur. Önemli olan şey kendini ne kadar deneyimlemiş olduğundur ve manevi dünyayı deneyimlemek için çok büyük bir zekâya ihtiyacın var; hafızanın bir yararı yoktur. Evet, sen eğer bir akademisyen, bir profesör, bir pundit olmak istersen, kutsal metinleri hatırlayabilirsin ve çok şey bildiğin için büyük bir gurur duyabilirsin. Ve başka insanlar da senin çok bildiğini düşünecek. Ve derindeyse senin hafızan cahillikten başka bir şey değildir.

Benim önümde cahilliğini gizleyemezsin. Mümkün olan her yoldan senin cehaletini önüne getiririm çünkü er ya da geç cehaletini yakalar, ondan kurtulursun. Ve ödünç alınmış bilginin kıyaslandığında sadece ahmakça olduğunu bilmek o kadar güzel bir deneyimdir ki.

Japonya başpiskoposu hakkında bir şeyler duymuştum. Bir Zen ustasını Hıristiyanlığa döndürmek istedi. İç dünya hakkında hiç bir şey bilmeden anlamadan ustaya gitti. Büyük bir sevgi ve saygıyla kabul edildi.

İncil'ini açtı ve Dağdaki Vaaz'ı okumaya başladı. Zen ustasını etki altında bırakmak istedi: "Biz bu adamı izliyoruz. Bu adam hakkında, bu sözler hakkında ne düşünüyorsun? " Sadece iki cümle okumuştu ve Zen ustası dedi ki, "Bu kadarı yeterli. Sen iyi bir adamı takip ediyorsun ama o da başka iyi adamları takip ediyor. Ne sen biliyorsun, ne de o biliyor. Sen evine dön." Başpiskopos şok olmuştu. "En azından hepsini bitirmeme izin vermeliydiniz" dedi.

Zen ustası "Burada saçmalık yoktur. Eğer sen bir şey biliyorsan söyle. Kitabı kapat! Çünkü biz kitaplara inanmıyoruz. Sen varlığında hakikatin kendisini taşıyorsun ve sen onu ölü kitapların içinde mi arıyorsun? Eve dön ve içine bak. Eğer içerde bir şey bulursan o zaman gel. Eğer burada tekrar ettiğin satırların İsa Mesih'ten geliyor olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun" dedi.

İsa Mesih sadece Eski Ahit'i tekrar ediyor. O tüm hayatı boyunca insanları "Ben Yahudilerin son peygamberiyim" diye ikna etmeye çalıştı. O asla Hıristiyan sözcüğünü duymamıştı, o asla Mesih sözünü duymamıştı. O bir Yahudi doğmuştu, o bir Yahudi olarak yaşamıştı, o bir Yahudi olarak öldü. Ve o tüm hayatı boyunca Yahudileri, "Ben Musa'nın söz verdiği peygamber, kurtarıcıyım. Geldim" diye ikna etmeye çalıştı.

Yahudiler onu affetmiş olmalılar... Yahudiler kötü insanlar değildir. Ve Yahudiler saldırgan insanlar da değildir. Yahudiler kadar zeki hiçbir insan saldırgan olmaz. Nobel ödüllerinin yüzde kırkı Yahudilere gider; nüfuslarına oranla bu inanılmaz bir şeydir. Nobel ödüllerinin nerdeyse yarısı Yahudilere gider ve diğer yarısı da dünyanın geri kalanına. Bu kadar zeki insanlar İsa kendi deneyimlerinden bahsetse onu çarmıha germezdi. Ancak o kendi deneyimi olmayan; hepsi ödünç alınmış şeyler söylüyordu. Evet, onlar kendisininmiş gibi yapıyordu.

Yoksa İsa kimse için bir sorun yaratmıyordu. O birazcık bir baş belasıydı. Tıpkı Yehova Şahitleri ya da Hare Krishna insanları gibi; onlar biraz baş belasıdır. Eğer seni yakalarlarsa seni hiç dinlemeden her türden bilgeliği, tavsiyeyi sana vermeye başlayacaklardır. Ve sen ilgilenmiyorsun, sen başka bir iş için gidiyorsun, yalnız kalmak istiyorsun. Fakat onlar seni kurtarmaya kararlılar. Senin kurtarılıp kurtarılmamayı istemenin bir önemi yok; sen kurtarılmak zorundasın.

Bir gün Allahabad'da Ganj'ın yakınlarında oturuyordum ve güneş batmaktaydı. Bir adam suyun içinden "Beni kurtarın! Beni kurtarın!" diye bağırmaya başladı. Ben kimseyi kurtarmakla ilgilenmiyordum. O yüzden her tarafa bakındım...eğer onu kurtarmakla ilgilenen birisi varsa, ilk şansı ona bırakmak gerekirdi. Ancak hiç kimse yoktu, o nedenle atlamak zorunda kaldım.

Ve zorlukla...o ağır, şişman bir adamdı. Hindistan'da; Allahabad ve Varanasi'de bulabileceğin en şişman adamdı: Brahminler, Hindu rahipleri yemek dışında bir şey yapmazlar. Bir şekilde onu dışarıya çektim. Ve o öfkelendi: "Niçin beni dışarıya çektin?"

"Bu da ne demek şimdi! Yardım istiyordun, 'Beni kurtarın!' diye bağırıyordun" dedim.

"Onun nedeni benim ölümden korkmaya başlamamdı. Fakat aslında ben intihar ediyordum" dedi.

"Özür dilerim. Senin intihar ettiğin konusunda hiçbir fikrim yoktu" dedim.

Adamı geri ittim! Ve tekrar, "İmdat!" diye bağırmaya başladı.

"Şimdi başka birisinin gelmesini bekle. Burada oturup senin intihar etmeni seyredeceğim" dedim.

"Sen ne biçim bir adamsın? Ölüyorum!" dedi.

"Öl! Bu senin kendi işin!" dedim.

Fakat seni kurtarmayı kafaya koymuş insanlar var.

Zen ustası başpiskoposa, "İsa eski kehanetleri tekrar ediyordu. Sen İsa'yı tekrar ediyorsun. Tekrar etmenin kimseye yardımı olmayacak. Senin kendi deneyimine ihtiyacın var; yegâne kurtuluş, yegâne özgürlük budur" dedi.

Zihninin bir çocuk gibi, olgunlaşmamış bir şekilde davrandığını anlamaya başlaman iyidir. Çocukça, olgunlaşmamış zihni kimin gözlediğini de unutma ve gözcüyle birlikte ol. Tüm bağlarını zihinden çekip al —çünkü zihin sadece bir mekanizmadır— ve zihin mükemmel bir şekilde işlemeye başlayacaktır. Bir kez senin gözcün uyanık olduğunda, zekân ilk defa gelişmeye başlayacak.

Zihnin işi, çok iyi yapabilecek olduğu hafızadır. Ancak zihin toplum tarafından kendi işi olmayan zekâ ile ağırlaştırılmıştır. Bu onun hafızasını sakatlamıştır. O seni daha zeki yapmamıştır, o sadece senin hafızanı hata yapabilir, bozulabilir hale getirmiştir.

Her zaman hatırla: Gözlerin görmek içindir, gözlerinle dinlemeye çalışma. Aksi taktirde delirmiş bir hale geleceksin. Gözlerin tamamıyla iyiyken, kulakların tamamıyla iyiyken, sen onu yapmaya yaramayan bir mekanizmayla bir şey yapmayı deniyorsun.

Şayet senin gözcün netse, o zaman beden kendi işlevlerine dikkat eder, zihin kendi işlerine dikkat eder, kalp kendi işlerine dikkat eder. Kimse başkasının işine karışmaz.

Ve hayat bir ahenge, bir orkestraya dönüşür.



Bazen hafızamı kaybediyormuşum gibi aklımın bulandığını hissediyorum.

Hafıza bir gün tamamen gitmek zorundadır. Şayet kayboluyorsa bu iyiye işarettir. Hafızadan arınmış olmak geçmişten arınmak demektir ve geçmişten arınmış olmaksa gelecek için tamamıyla açık ve ona hazır hale gelmektir. Hafıza gelecek için değildir, hafıza geçmişindir; o her zaman bir mezarlıktır. Ve gelecek ise hayata, zekâya, sessizliğe, meditasyon halinde olmaya aittir. O hafızaya ait değildir.

Bir insan aydınlandığında, o hafızadan çalışmaz, o doğaçlama olarak çalışır. Ve hatta aydınlanmaya doğru giden yolda dahi, yavaş, yavaş doğaçlama hafızanın yerini almaya devam eder. Hafıza zeki olmayan insanların yoludur. Gerçekliğe anında karşılık veremeyen kişi bir hafıza sistemine ihtiyaç duyar ki bu sayede tüm cevapları, eski durumları; eskiden yaptığı şeyleri hatırlayabilsin. Ancak o zaman karşılık artık bir karşılık değildir; o bir tepki halini alır. Ve tüm tepkiler senin ötende olan durumlar için yeterli olmaz çünkü durumlar sürekli olarak değişir ve hafızandaki cevaplarsa değişmez. Onlar sadece ölmüş mallardır. Onlar aynı kalırlar.

Bu yüzden bir insan yaşlandıkça yetişmekte olan yeni kuşakla temasını yitirdiğini fark eder. Hata yeni kuşakta değildir, hata hafıza dışında bir şey bilmeyen yaşlı adamdır ve hafıza geçmişe aittir ve geçmiş artık orada değildir. Yeni kuşak şimdiki zamana daha çok karşılık verir; çatışmayı yaratan budur. Eski kuşaklar her zaman eski cevaplar, eski kutsal metinler, eski azizler ister; ne kadar eski iseler o kadar gerçektir.

Bütün dinler kendi kitaplarının en eski olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bunu kanıtlamaya çalışmaları gariptir. Ve onların gururu eskiliğindedir. Aslında ne kadar eski iseler o kadar kullanışsızdırlar çünkü onlar gerçekle temasını tamamen kaybetmiştir. Bilge, canlı ve bilinçli insan duruma karşılık verir. Aksi taktirde cevaplar yetersiz kalır ve hayat giderek daha çok bir çöplüğe döner.

O nedenle endişelenecek bir şey yok, o nedenle şayet hafızanı kaybediyor ve aynı paralelde zekânın kabardığını hissetmiyorsan endişelenmene gerek yok. Onu hissetmeyeceksin. Zekâ o kadar incedir ki onun ayak seslerini duymayacaksın. Ancak yavaş yavaş varlığının tümünü dönüştürecek ve ansızın iş tamamlandığında derin bir uykudan uyanacaksın ve kendini yeni bir varlık olarak, yeniden doğmuş olarak göreceksin.

Giderek keskinleşmeye, daha zeki olmaya başlarsan enerjiyi nereden elde edeceksin? Hafızaya yatırılmış ve içerde olan enerjinin geri çekilmesi gerekir ve bunun hiçbir mahsuru yoktur. Normal iş hayatında hafızaya sahip olmamak belki tehlikeli olabilir. Ancak şayet dünyadaki dâhilere bakacak olursan, tüm bu dâhilerin ortak noktasının anımsama hataları olduğuna şaşıracaksın.

Edison birkaç üniversiteye ders vermek üzere tura gidiyordu. Karısına elveda diyordu ve hizmetçi kadın da orada duruyordu. Karısı olduğunu düşünerek hizmetçiyi öptü ve hizmetçisi olduğunu düşünerek karısına el salladı. Onu almaya gelen arabanın sürücüsü olan bitene inanamadı.

"Efendim, unuttunuz, karıştırdınız. El salladığınız kadın karınızdı ve diğer kadın da hizmetçiydi" dedi.

"Aman Tanrım! Sorun yok arabadan inip olayı düzeltebilirim" dedi. Karısını öptü, hizmetçiye el salladı ve dedi ki "En temel şeyleri unuttuğum çok sık oluyor."

Bir seferinde George Bernard Shaw trenle seyahat ediyordu. Biletçi geldi ve Bernard Shaw her tarafa baktı, neredeyse sinir krizi geçiriyordu bilet bulunamadı. "Üzülmeyin efendim. Sizi tanıyorum, sizi bütün dünya tanır. Bilet valizinizde bir yerlerde olmalı ve ben bir tur daha atıp geleceğim, o zaman gösterirsiniz. Ve hatta o zaman da göstermezseniz endişelenmeye gerek yok" dedi. Adam Bernard Shaw'un ona söylediği şeyi duymaya hazır değildi: "Sen çeneni kapat. Sorunumu anlamıyorsun. Seni umursayan kim? Sorun şu ki eğer biletimi bulamazsam o zaman nereye gideceğimi bilmiyorum demektir. O biletin üzerinde yazıyordu. Bu durumda sen mi benim için karar vereceksin? Başım büyük dertte, bilet bulunmak zorunda."

Biletçi şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş olmalıydı; bu çok garip bir durumdu. Shaw biletsiz olarak yakalanmaktan endişelenmiyordu, onun endişesi çok daha derindi. Şimdi soru onun nereye gittiğiydi? Ve bileti bulamadığı için bir sonraki trenle eve dönmek zorundaydı. Nereye gittiği aklına gelmedi.

Fakat çoğunlukla, her an zekâya ihtiyaç vardır, hafızaya değil. Benim anlayışım insanlığı daha bilinçli, daha uyanık, daha aydınlanmış yapmak istiyorsak önemi hafızadan uzaklaştırmalıyız; zekâya önem vermeliyiz.

Ancak üniversiteler için, profesörler için pedagoglar için hafızaya önem vermek daha basittir. Sen sadece beş tane soru sor ve eğer kişi kitapları hatırlayabiliyorsa, onları cevaplayabiliyorsa...

Benim kendi profesörüm çok endişeliydi —çünkü beni çok severdi— çünkü ben hiçbir zaman tarif edilen kitapları umursamadım. Ve o çok önemsiyordu bu durumu: "Kitaplarda yazılanları tam olarak cevaplamazsan, bu hepimiz için çok büyük bir şok olacak. Tüm üniversitenin zirvesine çıkacak kapasitedesin ama bu davranış şeklinle sınıfını bile geçemeyeceksin."

"Endişelenmeyin" dedim. Ama o, o kadar önemsiyordu ki kaldığım yurda sabahleyin gelip sınav salonuna götürürdü. Benim gidip gitmeyeceğimden, gitmeyi hatırlayıp hatırlayamayacağımdan emin olamıyordu. Ben içeri gelene kadar orada durup bekliyor ve tüm hocalara, "Bir gözünüz bu öğrencinin üzerinde olsun üç saat geçmeden onun dışarı çıkmasına izin vermeyin çünkü bir saat içinde cevaplayıp çıkabilir. Burada üç saat durmaya ve soruları cevaplamaya onu zorlayın" derdi.

"Bu garip..." dedim. Ancak sınav hocaları onu dinlediler çünkü o aynı zamanda edebiyat fakültesinin dekanıydı.

Tüm profesörlerim, rektör yardımcısı, herkes üniversite birincisi olduğum ve altın madalya aldığım için şaşırmışlardı. Hiç kimse bunu beklemiyordu. Ancak bir rastlantı; Allahabad üniversitesinin en meşhur profesörlerinden birisi Profesör Ranade... Onun hayatı boyunca sadece iki kişiye yüz üzerinden doksan verdiği biliniyordu. Bu ikisi de en alt limitteydi. Yoksa ondan geçme notu almak bile çok zordu. Ve o sadece bir profesör olarak değil bir aziz olarak da bilinirdi. Muhteşem kavrayışa sahip önemli kitaplar yazmıştı; onun entelektüel birikimi hakkında kimsenin bir şüphesi yoktu. Bir rastlantı olarak benim kağıtlarım onun eline ulaşmış. Ve o rektör yardımcısının bana gösterdiği bir not düşmüş çünkü profesör Ranade, "Bu öğrenciye gösterilmeli," yazmış. "Sen hayatımda benim arzumu gerçekleştirmiş olan tek kişisin. Ben her zaman ezberlenmiş cevaplardan nefret ettim; senin cevapların o kadar taze ve o kadar kısa, o kadar öze yönelik.

Sen ezber adamı değilsin. Ben sana yüz puan vermek istedim ama bu biraz şüphe uyandırabilirdi; seni kayırıyormuşum gibi gözükebilirdi. Bu yüzden sana doksan dokuz veriyorum. Ancak ne zaman Allahabad'a gelecek olursan seninle tanışmak isterim. Bir profesör olarak hayatım boyunca süren kariyerimde seni bekliyordum. Ben bu türden cevaplar istedim. Ben bu cesareti istedim; soruyu cevaplamaktansa sen soruyu sorguladın ve soruyu tamamıyla darmadağın ettin. Cevaplamadın çünkü cevaplanacak bir şey yok; soru saçma. Ve sen bir soruyu cevapladığında esas noktayı cevaplıyorsun. Ben kendini tekrar eden, uzun cevaplar okumak istemiyorum. Onları herkes yazıyor, hiç kimse zekâsını kullanmıyor" demiş.

O hafızanın sadece mekanik bir şey olduğu gerçeğinin farkında idi; zekâ senin gerçek hazinendir. Ve artık bu kesin bir gerçek haline geldi. Gelecekte hafıza pek kullanılmayacak çünkü sorulabilecek tüm cevaplara sahip küçük bir bilgisayarı cebinde taşıyabilirsin. Saçma soruları bile... Örneğin Sokrates'in hangi gün evlendiği gibi. Ya da ok ve yayı kullanan ilk adam kimdir? Her şey kullanıma hazır olabilir. Bilgisayardan her cevabı alabilirsin.

Ve bilgisayarlar o kadar küçük olabilir ki onları cebinde taşıyabilirsin. Onlar o kadar küçük olabilir ki onlardan kendine bir kol saati yapabilirsin. Dışardan bir kol saati gibi gözükecek ama altında istediğin tüm cevapları taşıyor olacak. Sen sadece soruyu sor ve cevap orada.

Hafızan için endişelenmene gerek yok. Gerekli olan zekâdır. Ve tüm enerji zekâya doğru yönelmelidir. O seni çok hafif hissettirecek. Ve hafıza söz konusu olduğunda sadece bir not defteri kullan. Gerekli, temel olan her şeyi not al. Bir kayıp yok. Bu anlamda bir kayıp asla olmaz.

Paddy, Sean ve Mike bir gün avdayken bazı izlerin üzerine geldiler. Onlara yakından baktıktan sonra Paddy, "Bunlar ayı izleri" dedi.

"Hayır hayır" dedi Sean, "bunlar geyik izi."

"Hey Mike," diye ikisi de sordu, "ne olduklarını düşünüyorsun?"

Ancak o cevap veremeden üçüne de tren çarptı. Seni kurtaracak olan zekâdır hafıza değil.



Nasıl âşıklar daha zekice davranabilir?

Birisi ile derin bir ilişkiye girdiğinde büyük bir tek başına kalma ihtiyacı doğar. Bitmiş, tükenmiş, yorgun hissetmeye başlarsın; keyifli bir yorgunluk, mutlu bir yorgunluk ama her heyecan tüketicidir. İlişki kurmak son derece güzeldir ama şimdi tek başına olmak istersin. Bu sayede kendini toparlar, bu sayede yeniden taşmaya başlar, bu sayede kendi varlığının içinde köklenirsin.

Aşkın içinde diğerinin varlığının içine yöneldin, kendinle temasını yitirdin. Boğuldun, sarhoş oldun. Şimdi yeniden kendini bulman gerekiyor. Ancak tek başına olduğunda yeniden aşk ihtiyacı yaratıyorsun. Bir süre sonra öylesine dolacaksın ki paylaşmak isteyeceksin, o kadar taşacaksın ki kendini içine akıtacak, kendini verecek birisini bulmak isteyeceksin. Aşk tek başınalığın içinden doğar.

Tek başına olmak seni aşırı doldurur. Sevgi senin armağanlarını kabul eder. Sevgi seni boşaltır bu sayede sen yeniden dolabilirsin. Ne zaman sevgi tarafından boşaltılırsan tek başınalık seni beslemek, seni entegre etmek için oradadır. Ve bu bir ritimdir.

Kadınını ya da erkeğini de bu ritimden haberdar et. İnsanlara hiç kimsenin günde yirmi dört saat boyunca sevemeyeceği öğretilmeli; dinlenme dönemlerine ihtiyaç vardır. Ve hiç kimse emir üzerine sevemez. Sevgi kendiliğinden olan bir olgudur: O ne zaman olursa olur ve o ne zaman olmazsa olmaz. Onunla ilgili bir şey yapılamaz. Şayet bir şey YAPARSAN sahte bir şey, bir rol yaratacaksın.

Gerçek sevgililer, zeki sevgililer birbirlerini bu olgudan haberdar edeceklerdir: "Tek başıma olmak istediğimde bu seni reddediyorum anlamına gelmez. Aslında senin sevgin nedeni ile benim tek başıma olmam mümkün hale geldi." Ve senin kadının bir gece, birkaç gün tek başına kalmak isterse incinmiş hissetmeyeceksin. Reddedildiğini, sevginin kabul edilmediğini ve hoş karşılanmadığını söylemeyeceksin. Onun birkaç gün tek başına kalma kararına saygı duyacaksın. Aslında mutlu olacaksın! Sevgin o kadar çoktu ki boş hissediyor; şimdi onun tekrar dolması için dinlenmesi gerekiyor.

Zekâ budur.

Normalde sen reddedildiğini düşünürsün. Kadınına gidersin ve eğer o seninle birlikte olmak istemiyorsa ya da sana çok sevgi göstermiyorsa büyük bir reddedilme hissedersin. Egon incinir. Bu ego çok zeki bir şey değildir. Tüm egolar ahmakçadır. Zekâ hiç ego bilmez; zekâ basitçe olguyu görür, niçin kadının seninle birlikte olmak istemediğini anlamaya çalışır. Seni reddetmiyor —seni çok sevmiş olduğunu, seni çok sevdiğini bilirsin— ancak şu an onun yalnız olmak istediği bir andır ve eğer onu seviyorsan onu yalnız bırakacaksın; ona eziyet etmeyeceksin, seninle sevişmeye onu zorlamayacaksın.

Ve eğer erkek tek başına kalmak isterse kadın, "Artık benimle ilgilenmiyor; belki başka kadınlarla ilgilenmeye başlamıştır" diye düşünmeyecek. Zeki bir kadın erkeği tek başına bırakacaktır, bu sayede o kendi varlığını bir araya toplayabilir, bu sayede paylaşabileceği enerjisi olur. Ve bu ritim, gece ve gündüz, yaz ve kış gibidir; sürekli değişir.

Ve şayet iki kişi gerçekten saygılıysa —ve sevgi her zaman saygılıdır, o her zaman karşıdakinin önünde saygıyla eğilir; o çok ibadet gibi, dua etmek gibi bir ruh halidir— ondan sonra yavaş yavaş birbirinizi daha çok ve daha çok anlayacaksınız. Ve diğerinin ve kendinin ritminin farkında olacaksın. Ve kısa süre sonra sevgi yüzünden, saygı yüzünden ritimlerinizin giderek daha yakın ve daha yakın olduğunu bulacaksınız: Sen sevgi dolu hissettiğinde, o da hissedecek. Bu yerleşir. Bu kendiliğinden yerleşir. Bu senkronizasyondur.

Hiç gözledin mi; iki gerçek sevgiliyle karşılaştığında onlarda pek çok şeyin benzer olduğunu göreceksin.

Gerçek sevgililer kardeşmiş gibi olurlar. Şaşıracaksın; kardeşler bile bu kadar benzemezler. İfadeleri, yürüyüş şekilleri, konuşma tarzları, mimikleri; iki sevgili benzeşirler ve aynı zamanda da çok farklıdırlar. Bu doğal olarak gerçekleşmeye başlar. Sırf birlikte olmak, yavaş yavaş birbiri ile uyumlu hale gelmek. Gerçek sevgililer birbirine bir şey söyleme ihtiyacı duymaz; diğeri hemen anlar, sezgisel olarak anlar.

Şayet kadın üzgünse, bunun böyle olduğunu söylemeyebilir ama erkek anlar ve onu yalnız bırakır. Şayet erkek üzgünse kadın anlar ve onu yalnız bırakır; onu yalnız bırakmak için bir mazeret bulur. Aptal insanlar tam zıddını yapar: Onlar asla birbirlerini yalnız bırakmazlar; onlar sürekli olarak, birbirlerini yorarak ve canını sıkarak, asla diğerine var olacağı bir alan bırakmadan birliktedir.

Sevgi özgürlük verir ve sevgi diğerinin kendisi olmasına yardım eder. Sevgi çok paradoksal bir olgudur. Bir yandan seni iki bedende tek bir ruh yapar; diğer yandan sana bireylik ve kendine özgü olmayı sağlar. Sizin küçük benliklerinizi bırakmanıza yardımcı olur ama sizin yüksek benliğinizi bulmanıza da yardım eder. O zaman sorun yoktur: Sevgi ve meditasyon iki kanattır ve birbirini dengeler. Ve ikisinin arasında sen gelişirsin.



Bazen zekâm hakkında şüpheleniyorum.

Zeki olmayabileceğini düşünmeye başlama, sonra ne olacak? Herkes zeki doğar. Zekâ herkesin içinde var olan bir niteliktir; tıpkı herkesin nefes alarak doğması gibi, herkes zeki doğmuştur.

Bazı insanların zeki doğduğunu ve bazılarınınsa olmadığı fikri külliyen yanlıştır ve bu pek çok insanı insanlığından uzaklaştırıyor. Bu çok aşağılayıcı, saldırgan bir şeydir. İfade tarzları değişken de olsa herkes zeki doğar. Birisi müzikte zekidir, diğeri matematikte zekidir fakat eğer matematiği kriter yaparsan o zaman müzisyen zeki gözükmez. Şayet onları matematiğin kriter olduğu bir sınava sokarsan müzisyen sınavı veremez. Kriteri değiştir, bırak müzik kriter olsun ve ikisini de müziğin belirleyici olacağı bir sınava sok, o zaman matematikçi aptal görünür.

Biz belirli kriterler seçmişiz; bu yüzden pek çok insan aptal olarak etiketlenmiştir; onlar öyle değildir. Ben aptal olan tek bir kişiye rastlamadım —bu gerçekleşmez— ancak onun zekâsı değişik türden bir zekâdır. Şiir iş hayatındakinden farklı türden bir zekâ ister. Bir şair bir işadamı olamaz ve bir işadamı bir şair olmayı çok zor bulacaktır. Politikacı olmak için bir çeşit zekâya ihtiyaç varken, ressam olmak için başka türden bir zekâya gerek vardır. Ve milyonlarca olasılık vardır.

Unutma: Herkes zeki doğar, yani bu hiç kimseyi dışarıda bırakmıyor. Sen sadece kendi zekânı bulmak zorundasın; onun nerede olduğunu. Ve bir kez kendi zekânı bulmuşsan netleşeceksin.

İnsanlar kafaları karışık bir şekilde yaşıyorlar çünkü kendileriyle ilgili yanlış fikirlerle yaşıyorlar. Birisi sana —bir öğretmen, bir profesör, bir işçi— zeki olmadığını söylemiş. Ancak onların kriterleri sadece seçilmiş kriterlerdir; onların kriterleri her şeye uygulanamaz. Üniversiteler henüz evrensel değildir. Onlar her türden zekâya izin vermezler, onlar zekânın tüm oluşumlarını kabul etmiyorlar.

Bir kez kendi zekânı kabul edip ona saygı duymaya başladığında netleşeceksin; o zaman sorun kalmayacak.

Şair iyi bir işadamı olamadığı için kendini aptal hissediyor. Şimdi bu kafa karışıklığı yaratır. O kendi kendine aşağılık duygusu hissetmeye, kendine saygı duymamaya, utanmaya başlar. İş hayatında başarılı olmaya çalışır ama olamaz. Bu onun etrafında büyük bir sis yaratır. Şayet o bir şair olduğunu ve bir işadamı olmaması gerektiğini ve başarılı bir işadamı olmanın onun için bir intihar olduğunu, onun şiirde başarılı olması gerektiğini anlayabilirse... Onun zekâsı budur ve onun zekâsı kendi tarzında çiçek açmalıdır. Onun hiç kimseyi taklit etmemesi gerekir. Belki toplum bunun için para vermeyecek çünkü şiire bombalara olduğu kadar ihtiyaç yoktur. Sevgiye nefrete olduğu kadar çok ihtiyaç yoktur.

Bu nedenle filmlerde, radyoda, televizyonda cinayete izin verilir; ona müstehcen denmez. Fakat sevişmek müstehcendir. Bu toplum nefretle yaşar, sevgiyle değil. Birisi cinayet işlerse bunda bir sorun yoktur. Şayet birisi kalbine bir bıçak saplarsa ve kan çeşme gibi akarsa bunda herhangi bir sorun yoktur. Ancak birisi seni kucaklarsa, seni öperse, seni severse toplum korkar.

Cinayetin değil de sevginin müstehcen olması, sevgililerin ayıplanıp askerlerin ödüllendirilmesi, savaşın doğru, aşkınsa yanlış olması gariptir.

Eğer zekânı kabul edebilirsen, eğer kendini kabul edebilirsen netleşeceksin, kesinlikle netleşeceksin; tüm bulutlar dağılacak.



Kendi zekâmın gelişimini nasıl destekleyebilirim?

Öncelikle giderek daha fazla küçük şeylerde uyanık olmaya başla. Yolda yürürken daha uyanık olmaya çalış. Yolda yürümek gibi basit bir işlemde hiçbir farkındalığa ihtiyaç duymazsın. Çok iyi yürürsün ve aptal kalmaya devam edebilirsin. Herkesin yaptığı budur. Aptallık seni pek de engellemez. Küçük şeylerden başla. Duş alıyorsun, uyanık ol; suyun altında duruyorsun çok uyanık hale gel. Serin su üzerine akıyor, vücut bundan keyif alıyor... uyanık ol, ne olduğunun bilincine var, rahat ama bilinçli ol.

Ve bu farkındalık anları tekrar tekrar, bin bir çeşit yoldan getirilmeli: Yemek, konuşmak, bir arkadaşla konuşmak, beni dinlemek, meditasyon yapmak, aşk yapmak. Her durumda daha çok ve daha çok uyanık olmaya çalış. Bu zordur, bu kesinlikle zordur ama bu imkânsız değildir. Yavaş yavaş toz yok olacak ve senin ayna gibi olan bilincin kendisini gösterecek; zeki hale geleceksin.

O zaman zeki olarak yaşa. Sen öylesine kafan karışık, öylesine aptal bir şekilde yaşıyorsun ki bu şekilde yaşayan birisini görmüş olsan hemen onun aptal olduğunu söylerdin. Fakat sen aynısını yapıyorsun. Ancak bir şekilde kişi kendi hayatına bakmamayı başarabilir.

Bana bir adam geldi ve dedi ki, "Ne yapmalıyım Osho? İki kadına birden âşık oldum." Şimdi bir tanesi yeterlidir, bir tanesi yeterince zararlıdır ama o iki kadına birden âşık olmuş. İkisi de mücadele ediyor ve o da ezilmiş ve diyor ki, "Perişan haldeyim. İkisi de benim için kavga ediyor." Ve doğal olarak her iki taraftan da darbe yiyor! Ve eğer ben ona "Birini seç" dersem o bunun zor olduğunu söylüyor. Bu bir kişinin iki ata birden binmesi demektir. Hayatını mahvedeceksin. İki kadını ya da iki erkeği aşk objesi olarak seçmek kaçınılmaz olarak seni böler. İki parçaya bölünmeye başlarsın.

Bu aptalca. Olayın içine bakmak çok basittir. Belki bazen zordur —o zordur— ama o zaman bile kişi seçmek zorundadır. Aynı anda tüm yönlere doğru gidemezsin.

Eğer hayatına bakarsan ne kadar zekice olmayan bir şekilde davrandığını bulacaksın. Bir kitap okursun ve bilgi toplamaya başlarsın ve bildiğini düşünmeye başlarsın. Tanrı sözcüğünü öğrendin ve Tanrı'yı bildiğini düşünüyorsun. Tartışmaya hazırsın; sadece tartışmak değil, öldürmeye ve ölmeye de hazırsın. Kaç tane Müslüman, kaç tane Hindu, kaç tane Hıristiyan sadece kitaplarda okudukları bir şey için öldürülmüştür! Son derece aptal insanlar. Biri Kuran için savaşıyor, diğeri Gita için savaşıyor, ötekisi İncil için savaşıyor; kitaplar için savaşıyorsun ve yaşayan insanları öldürüyorsun ve son derece değerli hayatı kurban ediyorsun! Sen ne yapıyorsun?

Fakat insan aptalca şekillerde davranmıştır. Sırf diğer herkes aynı şekilde davranıyor diye bu onu zeki kılmaz. Eğer onların hepsi aptalsa bu seni zeki yapmaz çünkü sen onları takip ediyorsun.

Bir gün bir kuş sürüsü gökte uçuyordu ve bir kuş diğerine, "Niçin biz sürekli bu aptal lideri takip ediyoruz?" diye sordu.

Ve diğeri dedi ki, "Bilmiyorum. Duyduğuma göre bir tek onda harita varmış."

Harita! Hiç kimsenin haritası yok. Ama sen Papa'yı, Shankaracharya'yı, panditi, politikacıyı izlemeye devam ediyorsun ve onların haritası olduğunu düşünüyorsun, bildiklerini düşünüyorsun. Sadece onların hayatlarına bak; onlar ne biliyor? Onlar belki de senden çok daha fazla aptallar. Sadece onların ne kadar zeki olmayan bir şekilde yaşadıklarına bak. Onların hayatlarını izle. Mutlular mı? Hayatlarında bir dans var mı? Hayatlarında hoş kokular var mı? Sadece onlara baktığında bir dinginliğin üzerine yağdığını hissediyor musun? Bu tarz şeyler hiç yok. Sadece bir kitapları var ve onları yıllarca okudular ve çalıştılar diye onları takip etmenin bir anlamı yoktur.

Bir bilgi kişisi değil, bilmekte olan bir kişi ol. Sonra zekice yaşa.

Bana göre zekâ temel ahlaktır, temel erdemdir. Şayet zeki isen kimseye zarar vermeyeceksin çünkü bu aptalcadır. Şayet zeki isen kendine zarar vermeyeceksin çünkü bu aptalcadır. Hayat çok kıymetlidir, onun boşa harcanmaması gerekir; o derin bir kutlama, derin bir şükran içinde yaşanmalıdır.

Ve kişi çok dikkatli ve uyanık olmak zorundadır çünkü bir an geçtiğinde o sonsuza kadar gitmiştir. O asla geri dönmeyecek. O yüzden şayet onu aptallıkla harcarsan çok büyük bir fırsatı harcıyorsun demektir. Her anı öylesine tam, öylesine farkında olarak yaşa ki sonradan asla onu yaşamadığın için; onu daha fazla yaşayabilirdin, ondan daha çok zevk alabilirdin diye hayıflanma. Zekâ şudur: Hayatı o kadar tam bir şekilde yaşa ki asla pişmanlık olmasın. Kişi her zaman tatmin olmuştur. Kişi her zaman en üst düzeyde yaşadığını bilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder