BİR PANDORA KUTUSU: ZİHİN

İnsanın zihni bir Pandora kutusudur. O en alt seviyedeki yaratıktan, en üstün dahiye kadar tüm evrimi içerir. Onların hepsi insan zihninin içinde aynı anda yaşıyorlar, onların hepsi aynı zamana aittir. Bazı şeyler geçmiş, bazı şeyler şimdi, bazı şeyler de gelecek değildir. Zihin söz konusu olduğunda her şey aynı andadır, aynı zamana aittir.

Bu çok net bir şekilde anlaşılmalıdır çünkü bu anlaşılmadan bölücü inanç sistemleri ve fanatiklik çözülmeden kalır. Ahmak senin içindedir, dâhi de öyle. Elbette ahmak çok daha güçlüdür çünkü onun daha eski bir tarihi var ve dâhinin ise çok küçük ve sabit bir sesi var. Humeyni'den Einstein'a kadar yayılmış durumdasın ve sorun şudur ki içindeki Humeyni çok zavallı bir azınlık olan Einstein'dan çok daha büyük bir çoğunluktur.

İnsan zihnini bir piramit olarak düşün. Temeli Humeynilerle, milyonlarca Humeyni manyaklarıyla doludur. Ve yukarı doğru gittikçe giderek daha az, daha az insan kalır. Zirvede onlar milyonlarca, milyarlarca değil sadece düzinelercedir; ve en tepede ise belki de bir birey vardır. Ancak şunu unutma Humeyni ve Einstein arasındaki fark niteliksel değil sadece nicelikseldir çünkü Humeyni'nin bir kısmı Einstein'dır ve Albert Einstein'ın büyük bir kısmı ise Humeyni'dir. Geçenlerde Albert Einstein'ın beyni ile ilgili üç yıllık araştırmanın sonuçları yayınlandı. Onun beyninin hücrelerini saymak üç yıl aldı. Her beynin içinde hepsi kendine özgü işler yapan milyonlarca hücre vardır: O çok mucizevi bir dünyadır.

Belirli bir hücrenin belirli bir şekilde çalışmasının nasıl olduğu hâlâ bilinmemektedir. Belli bir hücre düşünür, belli bir hücre rüya görür, belli bir hücre şiirselleştirir, belli bir hücre resim yapar. Bu belirli gruba ait hücreleri farklı kılan şey nedir? Kimya ve fizyoloji düşünüldüğünde hepsi birbirinin aynıdır; hiçbir fark yok gibi gözükmektedir. Ancak düşünen hücreler vardır, hayal eden hücreler vardır, matematiksel olan hücreler vardır ve felsefi olan hücreler vardır. Bu tam bir dünyadır.

Albert Einstein'ın beynini üç yıl boyunca saydıktan sonraki sonuçlar çok önemlidir. Ortalama beyinden yüzde yetmiş beş daha çok olan belirli bir tür hücre onun beyninde bulunmuştur. Bulunan bu hücre türünün tek bir fonksiyonu vardır: düşünen hücreleri doyurmak, beslemek. Onun doğrudan bir işlevi yoktur, o düşünen hücreler için bir besindir. Ve bu besleyici hücrelerin Einstein'da sıradan, ortalama insanınkine oranla yüzde yetmiş beş daha fazla olduğu bulunmuştur.

Şimdi, fark nicelikseldir, niteliksel bir fark değildir: Bu fazladan yüzde yetmiş beş hücre sende de yetişebilir. Ve niçin yalnızca yüzde yetmiş beş? Yüzde iki yüz yetmiş beş gelişebilir çünkü bu hücrelerin gelişebileceği çok iyi bilinen ve kabul edilmiş bir olgudur.

Beyaz farede her çeşit hücreyi geliştiriyorlar. Beyaz fare oynayacağı daha çok şey verilirse bu besleyici hücrelerden geliştirmeye başlar çünkü o düşünmek zorundadır. Şayet onu bir labirente koyarsan ve o labirentteki yolunu bulmak zorunda ise —onu içinde bir yerlerde yiyecek gizlenmiş bir kutuya koyarsan ve o yiyeceğe ulaşmak için yolunu bir çok labirentin içinden geçerek yolunu bulmak zorunda ise ve geçtiği yolları hatırlamak zorunda ise— elbette belirli bir düşünme başlamıştır. Ve ne kadar çok düşünürse besleyici hücrelere de ihtiyacı o kadar çok olur.

Doğa sen neye ihtiyaç duyarsan sağlar. Her neye sahipsen herhangi bir Tanrı, kader tarafından verilmemiştir; o senin ihtiyaçların tarafından yaratıldı. Ama tüm bu araştırmadan çıkan bir şey çok şok edici ve sarsıcıydı: Einstein ve Humeyni arasındaki fark sadece nicelikseldi. Ve bu niceliksel fark çok özel bir şey değildi. O yaratılabilirdi: Eski Humeyni'nin sadece satranç oynamaya, iskambil oynamaya başlaması gerekiyor... Elbette o başlamayacak ancak onun satranç ve iskambil oynamaya başlaması başka bir şeydir, onun düşünmesi gerekecek.

Dinler bu çok besleyici hücreleri öldürür çünkü onlar sana inanmanı söyler, inanmak şu demektir: Düşünme, fikirlerle oynama. Kendi kendine bulmaya çalışma. İsa zaten buldu onu, Buda onu çoktan söyledi; niçin gereksiz yere onunla uğraşasın?

O zaman da doğal olarak bir insanı Einstein yapan kısım gelişmez: sen ortalama olarak kalırsın. Ve ortalama demek insanlığın bodrum katı demektir.

Bu nedenle ben insan zihnine bir Pandora’nın kutusu diyorum. Ve başka bir neden daha var çünkü evrimde olan her şey sende izlerini bıraktı. Sen hâlâ karanlıktan korkuyorsun: Bu korku milyonlarca yıllık olmalı. Bunun modern dünya ile hiçbir alakası yoktur. Aslında New York gibi bir yerde karanlık bir köşe bulmak zordur, her şey çok aydınlıktır. İnsanlar aydınlanmamıştır ama her yer öyledir!

Bu karanlık korkusu niçin var? Çünkü modern hayatta karanlıkla korkutucu şekilde karşılaşmıyorsun. Eğer karanlığa rastlarsan o yatıştırıcı, rahatlatıcı, canlandırıcıdır. Ondan korkacağına onu bir şekilde sevmen gerekir. Fakat karanlığı sevme fikri bile çok saçma gözükür. Kalbinin derinliklerinde bir yerde hâlâ karanlıktan korkan mağara adamı vardır. Karanlık korkusu ateş yakma yöntemlerinin keşfedilmediği zamanlardan gelir. O günler karanlık günlerdi ve karanlık neredeyse kötülükle eşdeğerdi. Her yerde kötülük karanlık, siyah olarak resmedilir. Karanlık ölümle eşdeğer hale gelmiştir. Her yerde ölüm siyah olarak resmedilir.

Sebebi çok açıktır: İnsan ateş yakmayı öğrenmeden önce gece en tehlikeli zamandı. Bir gece hayatta kalabildiysen eğer, çok büyük bir iş yapmışsın demektir. Çünkü geceleyin tüm vahşi hayvanlar sana saldırmaya hazırdır. Uyuyamazdın, uyanık kalmak zorundaydın. Sırf vahşi hayvan korkusu seni uyanık tutmak için yeterli idi. Ve onlar hâlâ karanlıkta saldırabilir ve insan çaresizdir.

O yüzden karanlık, kötülük, şeytan ve ölüm ile eş anlamlı hale geldi. Ve korku kalbin o kadar derinine girmiştir ki karanlık tamamıyla bir dönüşümden geçmiş olduğu bugün bile yerinde duruyor. Ve karanlıkta ne vahşi hayvanlar sana saldırır ne de karanlık sana herhangi bir kötülük ya da ölüm getirir. O sadece sakinleştirici bir uyku getirir, günün tüm yorgunluğunu uzaklaştırır; seni yeniden genç, canlı, enerji ile dolu, yarın sabahın güneşine hazır hale getirir. Ancak bizim tavrımız aynı kalır. Bu her şey için böyledir.

Geçmişte tüm evrim süreci boyunca insan tek başına çaresiz olduğu gerçeği yüzünden belirli bir grubun, organizasyonun, toplumun, kabilenin parçası olmuştur. Tek başınasın ve tüm vahşi doğa sana karşı; bununla yüzleşmek zordur. Birlikte, kalabalıkla daha güvende daha korunaklı hissettin.

İnsanın dünyadaki en çaresiz ve zayıf hayvan olduğunu hatırlamak durumundasın. Ve bu çaresizlik ve zayıflık yüzünden tüm medeniyetimiz ve kültürümüz gelişmiştir. O yüzden bunu bir lanet olarak düşünme; o çok büyük, en büyük lütuf olduğunu kanıtlamıştır. Aslanlar bir toplum yaratamaz, aslanlar kültür yaratamaz çünkü bir aslanın gruba ihtiyacı yoktur. O tek başına yeterince güçlüdür. Koyunlar grup halinde hareket eder; aslanlar grup halinde hareket etmez. Her aslanın kendi bölgesinde imparatorluğu vardır. Onların bölgelerini duyurmak için özel bir teknikleri vardır. Bütün hayvanlarda bu vardır; onlar belli bir yere işerler ve onun kokusu başkalarına bunun sınır, çit olduğunu gösterir. O alanın dışında her şey yolundadır; alanın içine tek bir adım at ve tehlike oradadır.

Aslanlar tek başına olmaktan hoşlanır. Bunun tek nedeni onların her türlü düşman için tek başına yeterli olmalarıdır. Şimdi şayet insanı düşünürsen... onun bedeni bir hayvan kadar güçlü değildir. Onun tırnakları bir hayvanı sırf tırnakları ile öldürebilecek kadar güçlü değildir. Onun dişleri, kendi elleri ile öldürdüğü bir hayvanın çiğ etini yiyebilecek kadar güçlü değildir. O ne kendi elleri ile öldürebilir ne de dişleri ile çiğ eti doğrudan yiyebilir. Onun tüm uzuvları diğer hayvanlardan daha zayıftır.

O bir atla ya da bir köpekle ya da bir boğa ile ya da bir kurt ile ya da bir geyikle yarışamaz; o bir zavallıdır! Bu adamların senin Olimpiyat oyunlarına katılmaması iyidir; aksi halde senin muhteşem koşucuların çok komik duruma düşerdi. Sen bir maymun gibi bir ağaçtan diğerine zıplayamazsın. Onlar bir ağaçtan diğerine atlayarak kilometrelerce devam edebilirler; yere değmeye ihtiyaç duymazlar. Sen bir maymunla bile kavga edemezsin insanın yeryüzündeki en zayıf hayvan olduğu kabul edilmek zorundadır. Ve onun bütün davranışlarının, bütün aidiyetlerinin, gruplaşmalarının temeli budur. O kendisinden daha büyük bir şeyin parçası olmak zorundadır; ancak o zaman kendisini güvende hisseder.

O her türden silah icat etmek zorunda kaldı. Hiçbir hayvan silah icat etmek zorunda kalmamıştır. Buna gerek yok; onların elleri, onların dişleri, onların tırnakları yeterlidir. En eski günlerden itibaren insan silah icat etmek zorunda idi; ilk olarak taşlardan, kayalardan yaptı sonra da zamanla metalden yaptı. Hatta o zaman elinde bir silah olmasına rağmen yakın dövüşte bir aslan ya da bir hayvanla savaşamayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Okları icat etmek zorunda kaldı —bu, uzaktan atış yapmak demektir— çünkü yakınlaşmak tehlikeliydi. Bir silahın olabilirdi ama bunun bir file karşı fazla bir yararı olmazdı. O seni ve silahını alıp beraberce yüzlerce metre uzağa atabilirdi. Bir şekilde uzaktan atış yapmak zorunlu hale geldi.

Nükleer silahlara bu şekilde ulaştık. Artık insanı tamamen aradan çıkardık; sen sadece bir düğmeye bas ve roket fırlasın. Roketin nerede olduğunu bilmene gerek yok; o programlandığı yere gitmeye devam eder. O Kremlin'e ulaşacaktır ya da o Beyaz Saray'a ulaşacaktır; bu program içine yerleştirilmiştir. Kimin düğmeye bastığının önemi yoktur kişi kilometrelerce ötede olabilir. O kilometrelerce ötede olmak zorundadır çünkü herkes bir papa değildir, şerbetli değildir. Bunlar geri tepebilir. Roketler Teksas'da bir yerde olabilir ve düğmeler ise Beyaz Saray'da bir yerde olabilir.

İnsan kendisi ile düşman arasında bir mesafe yaratmıştır. Ve sonunda kendisi ile silah arasında da mesafe yaratmak zorunda kaldı.

Çünkü silah da tehlikeli hale geldi. Onu yakında tutmak gereksiz bir risk almaktır.

Ancak her şey çok makul bir şekilde gelişmiştir. İnsan tüm hayvanların fatihi olmuştur. Sadece bu manada, "Kutsanmış olanlar, yeryüzü krallığını miras alacak olan alçakgönüllülerdir." Onlar onu sadece bu anlamda miras almışlardır, ancak başka hiçbir manevi anlamda almamıştır. İnsanın zaafları onun gücünü kanıtlamıştır.

İnsan düşünmek zorundaydı, o bazı şeyleri halletmek zordaydı. Çok büyük sorunlar vardı ve onun doğal yoldan bulabileceği çözümler yoktu; o nedenle de düşünmek var. Düşünmek basitçe senin bir sorunla karşılaştığın anlamına gelir ve doğa sana onun için bir ipucu vermemiştir. Tüm hayyanlara ipucu verilmiştir. Onlar hiçbir sorunla karşılaşmazlar. Onlar ne zaman bir şeyle karşılaşmak zorunda kalsalar, ne yapmaları gerektiğini tam olarak bilirler; o yüzden de düşünme gelişmez. İnsan, onu çevreleyen çok büyük sorunlar varken hiçbir çözüm olmadan bırakılmıştır; o düşünmek zorundaydı.

Milyonlarca yıl boyunca onun düşünen hücreleri giderek daha etkin hale geldi. Ancak tüm bu yolu kat ederken her türden toz toprak, her çeşidinden korkuları topluyordu.

Bu gerekli idi, bundan kaçınılamazdı fakat sorun şu ki zaman geçip gitmiştir, bu yoldan geçmişsindir ama toz toprak hâlâ sana yapışık duruyor.

Artık insan tek başına olabilir. Artık onun için herhangi bir dini gruba, herhangi bir politik ideolojiye —Hıristiyanlık, Hinduizm, Müslümanlık, komünizm, faşizm— fanatik bir şekilde ait olma ihtiyacı yok, buna hiç gerek yok. Fakat çoğunluk eblehlerden oluşur. Onlar geçmişlerini yeniden ve yeniden yaşamaya devam ediyorlar. Tarihin tekerrür ettiği söylenir; insanlığın yüzde doksan dokuzu göz önünde tutulduğunda bu doğrudur, bunun tersi olamaz. O kendini tekrar etmek zorundadır çünkü insanlar geçmişlerine yapışmaya devam ediyorlar ve onlar aynı şeyi tekrar ve tekrar yapmaya devam ediyorlar.

Onlar gruplar halinde kümeleniyor ve bu bir aidiyet olmak zorunda çünkü grup niçin seni içine alma yüküne katlansın? Karşılığında bir şey ödemek zorundasın. Grup niçin senin güvenliğinle ilgilensin? Grup için bir şey yapmak zorundasın; bu senin adanmışlığındır. "Sizin için ölmeye hazırım. Eğer siz benim için ölmeye hazırsanız, ben sizin için ölmeye hazırım," dersin. Bu basit bir pazarlıktır.

Ve onlar niçin fanatik bir şekilde ait oluyorlar? Onlar fanatik bir şekilde ait olmak zorundalar çünkü şayet bilinçli, uyanık olmaya başlarlarsa bunun ne kadar ahmakça bir şey olduğunu görecekler.

Adolf Hitler'in Nazi partisine ait olmaya gerek yok. Ancak Almanya —en iyi eğitilmiş, kültürlü, sofistike; dünyaya en uzun düşünür ve felsefeci listesini vermiş olan ülke— safi ahmak birisinin kurbanı haline gelir. Ve zamanının en önemli felsefecilerinden birisi olan Martin Heidegger gibi bir adam Adolf Hitler'in takipçisiydi. İnsan buna inanamaz. Dünyanın hiçbir yerinde kıyas kabul etmeyen, onun bütün çağdaşları kıyaslandığında pigmeler gibi gözüken Martin Heidegger gibi bir adam, bunu anlamak mümkün değildir. Heidegger'in düşüncesi o kadar karmaşıktı ki hiçbir kitabını asla bitiremedi. O ilk kısmı yazardı ve tüm dünya ikinci kısmın ortaya çıkmasını beklerdi. Ve o asla ortaya çıkmazdı çünkü bunun basit bir nedeni vardı: İlk bölümün sonunda kendi kendine o kadar çok problem yaratırdı ki artık ne yöne gideceğini, nereye gideceğini, ne yapacağını ya da bunları nasıl çözeceğini bilemezdi. O basitçe sessiz kalıp başka kitaba başlardı!

Ve o tüm hayatı boyunca bunu yaptı. İlk bölüm ortaya çıkar sonra da ikinci, üçüncü bölüm kayıptır hiç bir kitap tamamlanmamıştır. Ancak bu tamamlanmamış parçalar dahi zihnin mucizeleridir.

Onun mantığının incelikleri ve onun yaklaşımındaki derinlik... Bu adam dahi Adolf Hitler'in bir deli olduğunu görememiştir. O da fanatik bir şekilde Adolf Hitler'e bağlanmıştı.

Bu, fanatik bir şekilde ait olma dürtüsü nereden gelir? O senin şüphenden gelir. Sen kendini gerçekten yaptığın şeyin doğru olduğuna ikna edemezsin o yüzden de onu aşırı bir şekilde yapman gerekir. Yüksek sesle bağırmak zorundasın böylece duyabilirsin; başkalarını ikna etmek zorundasın. Böylece sonuçta kendin ikna olabilirsin. Başkalarını kendi dinine döndürmek zorundasın. Böylelikle binlerce insanı dinine döndürdüğünü görünce kendini rahat hissedersin: Söylediklerinde bir hakikat payı olmak zorunda yoksa niçin bu kadar insan ikna olsun? Sen bir aptal olabilirsin ama bunca insan aptal olamaz.

Adolf Hitler'i bir düşünün: Kendisinin bir aptal olduğunu düşünebilir. Ama Martin Heidegger'e ne demeli. O Martin Heidegger'i, ikna etmiştir. Artık başka bir kanıta ihtiyaç yoktur. Bu adam onun söylediklerinin doğru olduğunun yeterli kanıtıdır. Bu birbirini oluşturan bir süreç, kısır bir döngüdür. Çevrende daha çok fanatik, bir şekilde kendini adamış insan olduğunda daha çok ikna olursun ve daha çok ikna olduğunda çevrene daha çok insan toplamaya başlarsın.

Otobiyografisinde Adolf Hitler der ki, ne söylediğinin — doğru ya da yanlış, gerçek ya da değil fark etmez— önemi yok sadece ikna edici bir şekilde tekrar etmeye devam et. Hiç kimse onun rasyonelliğini ve mantığını umursamaz. Dünyada kaç tane insan mantığın ne olduğunu, rasyonelliğin ne olduğunu anlıyor? Sırf kendini kudretli bir şekilde, altını çizerek tekrar etmeye devam et. Bu insanlar ikna edilmenin peşinde, hakikatin peşinde değil. Onlar hakikati bilen bir kimsenin arayışındalar. Ve eğer sen eğer, ama, belki... dersen onlar nasıl senin bildiğini hissedebilirler?

Bu nedenle Jain mistik Mahavira Hindistan'da pek çok takipçi toplayamamıştır. Çünkü o her önermesine belki diyerek başlamıştır. O haklıydı, o kesinlikle doğruydu fakat bu takipçi bulmanın yolu değildir. Takipçiler dahi yavaş yavaş ortadan kayboldu: "Belki... bu adam belkiler hakkında konuşuyor? Belki bir Tanrı vardır?" Senin belkilerine kendini adamış takipçiler toplayabilir misin? Onlar kesinlik ister, onlar bir garanti ister. Mahavira tüm bu ahmaklar için fazlasıyla bilge bir insandır. O insanlara kendi anlayış düzeyi ile aynı kapasiteye sahiplermiş gibi davrandı. Onun söylediği şey Albert Einstein tarafından anlaşılabilirdi çünkü Albert Einstein'in söylediklerinde de bir belki vardır. Görecelilik kuramının tüm anlamı da budur: Hiçbir şey kesinlik içerir şekilde söylenemez, hiçbir şey kesin değildir. Bunun ışık olduğunu söyleyebilir misin? O sadece görecelidir. Daha parlak bir ışıkla kıyaslandığında o çok mat gözükebilir. Bir milyon kere daha parlak bir ışıkla kıyaslandığında, o bir kara delik gibi gözükür, sadece bir karanlıktır. Karanlık nedir? Daha az ışık. Karanlıkta evin içinde mükemmelen hareket eden hayvanlar, kediler vardır. Senin evinde, başka birisinin kedisi bile senin karanlıkta hareket ettiğinden daha iyi hareket edebilir. Sen tökezleyeceksin ama kedinin loş ışığı algılayabilen gözleri vardır.

Baykuş sadece geceleyin görür; gündüz aşırı parlaktır. Baykuşun güneş gözlüklerine ihtiyacı vardır; güneş gözlükleri olmadan göremez, gündüz aşırı parlaktır. Senin için sabahken, baykuş için akşamdır. Şimdi hangisi hangisidir? Baykuşu düşün, o zaman belkinin anlamını kavrayabilirsin; belki akşamdır, baykuş düşünüldüğünde ise belki sabahtır. Karanlık ilerledikçe baykuş daha iyi görür. Gecenin ortasındayken baykuş için günün ortasıdır.

Her şey görecelidir; o yüzden de herhangi bir şeyi kesin olarak söylemek senin aptallığını gösterir. Bu yüzden Mahavira insanlık tarihinde ilk kez, Albert Einstein'dan 25 yüzyıl önce garip bir yaklaşım kullandı. Onun belki için kullandığı sözcük syat'tı. Onun felsefesi syatvad, "belkinin felsefesi" olarak ünlendi. Herhangi bir soru sorabilirdin; seni asla kesin bir biçimde yanıtlamazdı. Belli bir kesinlik ile gelmiş olabilirdin; ayrılacağın zaman daha fazla belirsizlikle onun yanından giderdin. Şimdi, bu adamı kim takip etmek ister?

Adolf Hitler senden bir yara gibi olan belirsizliği aldığı için takip edilecektir. İçerde titriyorsun; bu hayatın ne için olduğunu bilmiyorsun. Ancak birisi biliyor ve sen bu kimseyi izleyebilirsin. Çok büyük bir belirsizlik yükünden kurtulursun. Senin tarafından ihtiyaç duyulan tek şey fanatik bir inançtır.

Fanatik inançlar iki tarafa da hizmet eder. Liderin ona ihtiyacı vardır çünkü o da tıpkı senin gibidir, derinlerde titriyor; hiçbir şey bilmiyor. Onun bildiği tek şey senden daha iyi bağırabileceği, ağzının senden daha iyi laf yapabileceği, en azından biliyormuş gibi poz verebileceği; iyi bir aktör olduğu, çok incelikli bir ikiyüzlü olduğudur. Ancak derinlerde titrediğini bilir. O, korkularından kurtulmasına yardım edecek, bildiğine onu ikna edecek büyük bir takipçi kitlesine ihtiyaç duyar.

Bir gazetecinin öldüğüne ve cennetin kapılarına ulaştığına ilişkin bir hikaye duymuştum. Gazetecilerin oraya gitmemeleri gerekir; bu nasıl olmuş bilmiyorum. Kapıdaki bekçi ona baktı ve "Sen bir gazeteci misin?" diye sordu.

"Elbette ve bir gazete muhabiri olarak her yere girmeye iznim var. Bırak gireyim." Bekçi, "O kadar kolay değil. Her şeyden önce cennette hiç gazetemiz yok çünkü burada hiç haber olmaz; suç yok, alkolikler yok, tecavüz yok. Sadece kurumuş, ezelden ebede kadar donakalmış azizler var. Ne haberi olacak ki? Ama yine de on gazeteciye kadar bir kontenjanımız var ancak o da ta en başından beri dolmuş durumda. Yolun diğer tarafındaki öteki kapıya gitmen gerekecek," dedi bekçi.

Gazeteci de, "Bana küçük bir iyilik yapabilir misin? Yirmi dört saat sonra çıkacağım ama bana bir şans tanı, en azından bir tur. Eğer bana sürekli oturma hakkı olan yeşil kart veremiyorsan, yirmi dört saatlik bir tur için izin verebilirsin. Bu aşırı bir istek değil. Çok uzaklardan geldiğim için bana merhamet göster. Ve bana bir söz ver: Eğer şu içerdeki on gazeteciden bir tanesini benim yerime cehenneme gitmeye ikna edersem, o zaman içerde kalmama izin verir misin?" diye sordu.

"Mesele değil. Birisini diğer tarafa gitmeye ikna edebilirsen onun yerine kalabilirsin. Bizim için fark etmez kontenjan on kişilik," dedi bekçi.

"O zaman bana yirmi dört saat ver," dedi adam. İçeri girdi ve karşılaştığı herkesle konuşmaya başladı. "Cehennemde, şimdiye kadar denenmemiş büyüklükte bir günlük gazete çıkarmaya başlayacaklarını duydunuz mu ve bir baş editöre, editör kadrosuna ve her türden gazeteciye ihtiyaçları var. Haftalık editörler ve edebi kadro... duydunuz mu?

Diğerleri dedi ki, "Hiçbir şey duymadık ama bu harika. Bu çürümüş yerde ta zamanın başlangıcında sadece tek bir nüsha gazete yayınlandı fakat o günden beri hiçbir şey olmadı. Bu nedenle ilk nüshayı tekrar tekrar okuyup duruyoruz, ne yapabiliriz ki? Bu yeni gazete kulağa çok hoş geliyor!" On gazetecinin hepsi de uyarıldı. Ertesi gün yirmi dört saat bittiğinde gazeteci kapıya geri döndü. Bekçi hemen kapıyı kapattı ve İçerde kal!" dedi.

"Niye? diye sordu.

Bekçi, "Sen üçkâğıtçı bir adamsın. Şu on kişi diğer tarafa kaçtı, artık senin gitmene izin veremem. En azından bir gazetecinin burada olması gerekli," dedi.

Gazeteci de, "Ama ben burada kalamam! Beni bırakmak zorundasın!" dedi.

"Sen delirdin mi? Kesinlikle gerçek olmayan şu söylentiyi sen yaydın. Onlar cehennemde muhteşem işlere sahip olacakları fikrine kapıldılar ve heyecanlandılar; ancak sen niye gitmek istiyorsun?" diye sordu bekçi.

Adam, "Kim bilir, belki de ondan bir şeyler çıkar. Burada durup onu kaçıramam. Zaten sen bana engel olamazsın çünkü benim burada olmamam gerekiyor; ben sadece yirmi dört saatlik bir turistim. Unutma burada sadece yirmi dört saatliğine olacağım bizim anlaşmamızdı. Ve sonra da gidecektim. Beni durduramazsın; kendi sözüne karşı gelemezsin," dedi.

Bekçi, "Söylentiyi sen yaydın; o kesinlikle doğru değil. Ve benim başımı belaya sokma çünkü hiyerarşi, bürokrasi bana, 'Şu on gazeteci nerede? Bütün kontenjan kayıplarda? Nereye kayboldular?' diye soracak,

"En azından hiyerarşiye onları ikna eden adamı gösterebilirim ve onlar kaçtı. Ve bu —cennetten cehenneme kaçan kimse— daha önce hiç başımıza gelmediği için kapıları kapalı tutmuyoruz. Asla hiç kimse kaçmaz; isteyen herkes kapıları açıp dışarı bakabilir bunda sorun yoktur. Cehenneme gitmeyi kim ister? Ve üçüncü bir yer de yoktur. O yüzden de kapılar her zaman açıktı ve onlar da kaçtı. Onlar bana sadece 'Hoşça kal, biz bir daha gelmeyeceğiz' dedi. Seni dışarı bırakamam" diye şansını zorladı.

Ancak gazeteci inatçıydı. "O zaman ben de hemen hiyerarşiye gidip her şeyi ortaya dökerim: burada olmamam gerekir, yeşil kartım yok —ben sadece bir turistim— ve bekçi benim dışarı gitmeme izin vermiyor. Sen iki suç işledin: ilki beni içeri aldın; ikincisi, benim dışarı gitmeme izin vermiyorsun," dedi.

Bekçi anladı; o tamamen haklıydı. "Tamam git. Nüfus sayımı sonsuza dek uzar; burada her şey sonsuza dek uzar. Bu arada belki başka gazeteciler düşer. Ama bu garip, yani sen bizzat kendi yarattığın söylenti tarafından ikna edildin."

"Diğer on gazeteci ona inanıyorsa onun içinde bir şey olmalı. Onun bir kısmı doğru olmalı; aksi taktirde nasıl on gazeteciyi birden cennette cehenneme gitmeye ikna edebilirsin? Bunun içinde mutlaka biraz gerçek payı olmalı," dedi adam.

Lider sürekli, söylediğinin doğru olduğuna tekrar ve tekrar ikna olmaya ihtiyaç duyar. Bunun için artan sayıda kendini adamış insana ihtiyacı vardır. Ve onlar ne kadar fanatik bir şekilde kendilerini adarlarsa onun için o kadar ikna edicidirler. Eğer onlar ölmeye ya da öldürmeye, haçlı seferine gitmeye, cihat yapmaya, kutsal savaşa hazırsa, bu onu kesinlikle ikna eder.

Ve zincirleme bir şekilde onun emin olması takipçileri ikna eder çünkü o daha yüksek sesli, daha inatçı; kesinlikle kendinden emin hale gelir. Eğerler ve amalar onun dilinden yok olur; o her ne derse hakikattir. Ve bu kısır döngü devam eder durur. O lideri fanatik yapar ve takipçiler fanatikleşir. O her iki tarafın da psikolojik ihtiyacıdır; her ikisi de aynı teknededir.

İnsanların emin olmaya ihtiyaçları vardır. Ayaklarının altından devamlı kayan zemin onların hayatını zorlaştırır. O olduğu haliyle yeterince zordur ve her tarafta güvensizlik, her yanda problemler ve cevaplar yok. Bu tam olarak senin ihtiyaç duyduğun malları sağlıyormuş gibi davranan birkaç fırsatçı insana olanak tanır. Liderin ihtiyaç duyduğu yegâne nitelik kalabalıktan her zaman ilerde olmaktır. O devamlı olarak kalabalığın ne yöne gittiğini izlemeli ve ondan ilerde olmalıdır. Bu liderin önderlik ettiği duygusunu kalabalıkta uyandırmaya devam eder.

Liderin sadece onların ne yöne gittiğini izleyip, insanların ruh hallerini sürekli gözetir şekilde kurnaz olması yeterlidir. Rüzgâr nereden esmeye başlarsa gerçek lider asla bu şansı kaçırmaz: O her zaman kalabalığın ilersindedir.

Düşünürlere gerek yoktur çünkü düşünür kalabalığın doğru yönde gidip gitmediğini yahut gittiği yolun doğru olup olmadığını merak etmeye başlayacaktır. Şayet bu şekilde düşünmeye başlarsa o zaman lider olmayacaktır, tek başına olacaktır. Kalabalık nereye gittiklerini merak etmeyi umursamayan bir ahmak ile birlikte harekete geçmiş olacak. Belki cehenneme gidiyor olacaksın ama lider o; o senin önünde. Liderin ihtiyaç duyduğu tek nitelik kalabalığın ruh halini tespit edecek bir beceridir. Bu çok zor değildir çünkü kalabalık her zaman nereye gitmek istediğini, neye ihtiyacı olduğunu yüksek sesle bağırır. Sen sadece biraz uyanık olmalısın ve tüm sesleri bir araya getirmelisin o zaman bir sorun çıkmayacak, kalabalığın ilerisinde olacaksın.

Ve onlar her ne isterse vaat etmeye devam et. Hiç kimse senin vaatlerini yerine getirmeni beklemeyecek, onlar sadece onlara vaat edileni istiyor. Kim senden vaatlerini yerine getirmeni istiyor ki? Sen vaat etmeye devam et ve onların bir gün senin yakana yapışıp vaatlerin hakkında talepte bulunacağından endişe etme. Onlar asla bunu yapmayacak çünkü onlar ne zaman yakana yapışsa, onlara daha büyük vaatlerde bulunabilirsin.

Ve insanların hafızaları çok zayıftır. Beş yıl önce vaat ettiğin şeyi kim hatırlar? Beş yıl içerisinde köprünün altından çok sular aktı, kimin umurunda? Beş yılda çok şey değişti. Endişelenme, sen daha büyük ve daha büyük vaatlerde bulunmaya devam et.

Ve insanlar bu vaatlere inanır, insanlar inanmak ister. Onların umutlar dışında başka hiçbir şeyleri yoktur. Bu yüzden liderler afyon, umut vermeye devam ederler ve insanlar bağımlı hale gelir.

Politik, dini ya da diğer türden organizasyonlara ve gruplara fanatik bir şekilde ait olma diğer tüm uyuşturuculardaki gibi bir çeşit bağımlılıktır. Bir Hıristiyan Hıristiyanlarla çevrili olduğunda kendisini evinde hisseder. Bu bir bağımlılıktır, psikolojik bir uyuşturucudur. Kendi kalabalıklarının dışından bir kişiyi görünce insanların psikolojisinde bir şey ansızın sarsılmaya başlar: Bir soru işareti belirir. İsa'ya inanmayan bir insan var: "İsa'ya inanmamak mümkün mü? İsa'ya inanmadan hayatta kalmak mümkün mü?" Şüpheler, kuşkular...

Onlar niçin kızar? Onlar kızgın değil, onlar gerçekte korkuyor. Ve korkuyu gizlemek için kızgınlığı yansıtmak zorundalar. Kızgınlık her zaman korkuyu gizlemek içindir.

İnsanlar her türden stratejiyi kullanır. Gözyaşlarını durdurmak için kahkaha atacak insanlar vardır. Kahkaha atarken unutacaksın, unutacaklar... ve gözyaşları saklı kalabilir. Kızgınlıkta korkuları gizli kalır.

Onlar son derece fanatik, savunmada... Onlar inançlarının kendi deneyimleri olmadığını bilir ve bir yabancının kazıyabileceğinden, derinlemesine kazabileceğinden, yarayı gözlerinin önüne serebileceğinden korkarlar. Onlar bir şekilde bunu örtmeyi başarmıştır: Onlar Hıristiyan’dırlar ve İsa kurtarıcıdır, yegâne kurtarıcıdır, tek kurtarıcıdır ve onlar kutsal kitaba sahiptir ve Tanrı onlarla birliktedir o halde korkulacak ne vardır? Onlar konforlu bir psikolojik yuva yaratmıştır ve ansızın zücaciye dükkânındaki bir boğa gibi içeri senin inandığın şekilde inanmayan bir yabancı girer.

Öğretmenlerimden birisi beni çok sevdi. Lise yıllarımda o benim çok yakın olduğum öğretmenlerden birisi idi. O yüzden üniversiteye gittikten sonra tatillerde memleketime geri döndüğümde onu görmeye giderdim.

Bir gün bana, "Seni bekliyorum. Artık tatil olduğunu ve senin geleceğini bilerek seni beklemem çok garip. Ve senin gelişin tıpkı taze bir meltem gibi. Bu geçmiş yaşımda sen bana yeniden gençliğimi ve gençlik hayallerimi hatırlatıyorsun. Ancak sen geldiğinde korkuyorum ve Tanrı'ya dua etmeye başlıyorum: 'O gelir gelmez gitmesini sağla!' Çünkü sen bende kuşku uyandırıyorsun; sen benim en büyük şüphemsin. Sırf seni görmek benim tüm şüphelerimi uyandırmaya başlamak için yeterli. Bir şekilde onları aşağıda tutuyorum ama seninle birlikte bu çok zor," dedi.

"Sadece senin evime gelmenin yeterli olması çok garip ve benim tüm bastırma çabalarım başarısız oluyor tüm şüphelerim ayağa kalkıyor. Tanrıyı tanımadığımı biliyorum ve dualarımın nafile olduğunu biliyorum; onları duyacak hiç kimse yok. Ama yine de onları günde üç kez yapmaya devam ediyorum: Sabah, öğlen, akşam. Fakat sen burada iken her gün yaptığım gibi huzur içinde dua edemiyorum."

"Ama ben senin dualarını hiç bozmadım!" dedim.

Bana, "Sen onları bozmuyorsun. Ama eğer ben dua ediyorsam ve sen sadece burada oturuyorsan... imkânsız. Ansızın yaptığım şeyin aptalca olduğunu biliyorum ve senin ne düşündüğünü de biliyorum. Bu aptal moruğun aynı şeyi yapmaya devam ettiğini düşünüyor olmalısın... Gözlerinden biliyorum ki bu yaptığım zekice değil. Ve sorun şu ki en derinde seninle aynı fikirdeyim. Fakat artık çok yaşlıyım ve değişemem. Korku geliyor. Duramıyorum. Pek çok kez niye dua etmekten vazgeçmiyorum diye düşündüm. Ama yetmiş beş yıldır dua etmekteyim..." dedi.

O zaman doksan iki yaşında olmalıydı. "Çok uzun zamandır dua ediyorum ve şimdi ölüm zamanı geldiğinde bırakmak? Ve kim bilebilir... Eğer Tanrı gerçekten varsa ve bu çocuk da etraftaysa, o zaman şapa oturacağım: Şayet son anda dua etmeyi bırakırsam Tanrı'nın önünde utancımdan yerin dibine girerim. O yüzden tüm hayatım boyunca nasıl olsa bunu yaptım yanlış da olsa doğru da olsa bırak devam edeyim diye düşünüyorum. Eğer yanlışsa hiçbir şey kaybetmem. Nasıl olsa artık emekliyim, bütün gün serbestim. Ve eğer Tanrı varsa bu son derece iyi bir şey: Dualarım işe yaramış demektir."

"Bunun bir yararı yok. Tanrı varsa bile bu çeşit dua bir işe yaramaz. Tanrı'yı kandırabileceğini mi düşünüyorsun? Sana sormayacak mı? Eğer o yoksa iyi ve eğer o varsa en azından ona dua ettiğini söyleyebileceğin düşüncesi ile dua ediyordun. Tanrı'yı kandırabileceğini mi sanıyorsun?" dedim.

"Sorun da burada. Bu yüzden lütfen gelme diyorum sana! Onu bırakamıyorum ve onu samimi bir şekilde de yapamıyorum. Ve şimdi sen üçüncü bir problem yarattın: Bunu yapsam bile bir faydası yok! Çünkü sen haklısın: Eğer Tanrı varsa şu basit şeyi, bu yaşlı adamın onu kandırmaya çalıştığını bilecek" dedi.

"Bu dua etmemekten çok daha kötü. En azından dürüst ol ve dürüst olmanın herhangi bir şekilde dine karşı olduğunu sanmıyorum. Sadece dürüst ol; eğer hissetmiyorsan bırak onu!" dedim.

"Seninle birlikte yeniden genç ve güçlü hissetmeye başlıyorum. Ama sen gittiğinde yeniden yaşlıyım, ölüm çok yakında ve şu an atları değiştirmenin zamanı değil. Kişi suya düşebilir. Yaptığın şeye devam etmek daha iyi... ne olacaksa bırak olsun. Sadece devam et. Ve ben tek başıma değilim; iki yüz milyon Hindu benimle beraber. Önemli olan bu, iki yüz milyon Hindu benimle birlikte."

"Evet bu doğru. İki yüz milyon Hindu seninle birlikte ve ben tek başınayım. Ancak tek bir kişi senin iki yüz milyon Hindu'nun desteğini eğer o bir yalana dayanıyorsa yok edebilir. Sen yanlış bir yol seçtin; beni asla dinlememeliydin!" dedim.

Fanatizm budur: Sana karşı gelen hiçbir şeyi dinleme. Kimse bir şey söylemeden önce o kadar yüksek sesle bağırmaya başla ki sadece kendi sesini duyasın. Sadece kendi kitabını oku, sadece kendi kiliseni, kendi tapınağını, kendi sinagogunu dinle.

Fanatizm seni şüphelerden koruyacak basit bir stratejidir. Ancak şüpheler koruma altına alınabilseler de yok edilemezler. Ve artık buna ihtiyaç da yok. İnsan bu aşamalardan kalabalığa ihtiyaç duyduğu zamanlarda geçti. O artık bir birey olabilir. Bu senin kulüplerin olmayacak, toplulukların olmayacak anlamına gelmez ama fanatik bir şekilde ait olmaya gerek yok.

Bir Rotaryen olabilirsen; bu ona fanatik bir şekilde kendini adayacağın, Rotary kulüp için öleceğin anlamına gelmez. Bu gerçekten muhteşem bir şehitlik olurdu; birisi Rotary kulüp için ölüyor! Rotary kulüp için, Lions kulüp için ölmek zorunda değilsin... Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm, komünizm, sosyalizm için ölmene gerek yok. İnsanlarla kaynaşabilirsin, insanlarla diyalog kurabilirsin. Seninle aynı kafa yapısında insanlarla buluşabilir, onlarla birlik olabilirsin ama bunun için yaygara koparmaya gerek yoktur. Haçlı seferi yok, kutsal savaş yok...

Evet bir millet olarak kalabilirsin ama şu harita üzerinde yaratmış olduğun sınırlardan fazlaca yapmana gerek yok. Onlar sadece haritadadır, onları toprakta da görmeye başlama. Senin körleştiğin nokta budur.

Pek çok ulus olması gayet iyi bir şeydir ama pek çok deliliğin olmasına gerek yok. İnsanlar kendi yöntemleri ile ibadet edebilirler, kendi yöntemleri ile dua edebilirler, kendi kitaplarına sahip olabilirler, kendi peygamberlerine sahip olabilirler. Bu son derece iyidir, bunda bir sorun yoktur. Ama bunu başka insan evlatları için bir problem haline getirme.

Bu senin kişisel bir şeyindir. Sen bir şeyden hoşlanıyorsun, belli bir parfümü tercih ediyorsun: Gayet iyi; şayet birisi ondan hoşlanmıyorsa bu onu senin düşmanın yapmaz. Bunlar tercihlerdir; bir kimse farklılaşabilir. Ve farklılaşmak uzlaşmayacak çelişkiler anlamına gelmez, o sadece şeylere farklı bir bakış açısı, farklı şekilde hissetmek anlamına gelir.

Hiçbir fanatizme gerek yok, hiçbir aidiyete gerek yok. Şayet dünyada hiçbir aidiyet, fanatizm olmadan organizasyonlara sahip olabilirsek o güzel bir dünya olacaktır. Organizasyonların kendisi kötü değildir. Aidiyet olmayan, fanatik tavırlar olmayan organizasyonlar basitçe düzenli bir dünya oluşturur. Bir düzene kesinlikle gerek vardır. Milyonlarca insanın olduğu bir yerde düzen olmadan yaşayamazsın. Ben bu düzeni bir "komün" olarak adlandırdım. Ben onu sırf organizasyondan, siyasi partiden, dini tarikattan farklı kılmak için "komün" olarak adlandırdım. Ben onu sadece benzer görüşlere sahip insanların tüm farklılıkları ile birlikte dostça yaşayabileceği bir yer olan "komün" olarak adlandırdım.

Onların komün olmak için kendilerini adamak anlamına gelecek olan farklılıklarını silmelerine gerek yoktur. Onların farklılıkları kabul edilir, bunlar bu bireylerin nitelikleridir.

Ve pek çok farklı nitelikler, beceriler, yaratıcılıklar, duyarlılıklar birbirini sakatlamadan, birbirini yok etmeden pek çok insanda bir araya geldiğinde aslen komünü zenginleştirir. Tam tersine onlar birbirlerine mükemmel bireyler haline gelmek için, kendine has bir birey olmak için yardım ediyorlar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder