DÜŞÜNCEDEN ANLAYIŞA

Düşünmek anlayışın olmamasıdır. Anlamadığın için düşünüyorsun. Anlayış geldiğinde düşünce yok olur. Bu kör bir adamın yolunu el yordamı ile bulması gibidir; gözlerin varken ellerini kullanmazsın onu görürsün. Anlamak gözlere sahip olmak gibidir; görürsün ellerinle aramazsın. Düşünmek ellerinle aramaktır; neyin ne olduğunu bilmemektir. Düşünmeye, tahmin etmeye devam edersin.

Düşünce sana doğru cevabı veremez çünkü düşünce sadece bilineni tekrar edebilir. Düşüncenin bilinmeyen hakkında bir görüşü yoktur. Hiç bilinmeyen hakkında düşünmeyi denedin mi? Onun hakkında nasıl düşüneceksin? Sadece halihazırda bildiğin şeyler hakkında düşünebilirsin; o tekrardır. Onun hakkında tekrar tekrar düşünmeye devam edebilirsin, eski düşünceler hakkında yeni kombinasyonlar yapabilirsin ama gerçekte hiçbir şey yeni değildir.

Anlayış tazedir, yenidir. Onun geçmişle hiçbir ilgisi yoktur. Anlayış şimdi ve buradadır. O gerçeğe ilişkin bir kavrayıştır.

Düşüncede sorular ve sorular vardır; cevaplar yoktur. Bazen bir cevap bulmuş gibi hissetsen bile bu sadece insanın şu ya da bu şekilde karar vermek zorunda kalmasındandır. O gerçekten cevap değildir ama eyleme geçmek için karar vermek zorundasın, o yüzden de bazı cevaplara tutunmak gerekir. Ve şayet cevabına derinlemesine bakacak olursan, onun içinden bin bir tane sorunun yükseldiğini göreceksin.

Anlayışın hiç sorusu yoktur ama sadece cevapları vardır çünkü onun gözleri vardır.

Düşünce ödünç alınır. Senin tüm düşüncelerin sana başkaları tarafından verildi. Bak: Sana ait olan, hakikaten sana ait olan, senden doğmuş olan tek bir düşünce var mı? Onların hepsi ödünç alınmadır. Kaynakları biliniyor ya da bilinmiyor olabilir ama hepsi ödünç alınmıştır. Zihin bir bilgisayar gibi işler fakat bilgisayar senin ona verdiğin bilgileri cevaplayabilir. Bütün bilgileri senin sağlaman lazım; o zaman sana cevabı verebilir. Zihnin yaptığı da budur.

Zihin biyolojik bir bilgisayardır. Sen devamlı olarak bilgi, veri, enformasyon toplarsın ve bir soru ortaya çıktığında zihin bu koleksiyondan cevabı sana sağlar. O gerçek bir yanıt değildir; o yalnızca ölü geçmişten çıkar.

Anlayış nedir? Anlayış saf zekâdır. Bu saf zekâ orijinal olarak senindir; sen onunla birlikte doğarsın. Hiç kimse sana zekâ veremez. Bilgi sana verilebilir, zekâ değil. Zekâ senin kendi keskinleşmiş varlığındır. Derin meditasyon aracılığıyla kişi kendi varlığını keskinleştirir. Meditasyon sayesinde kişi ödünç alınmış düşünceleri bırakır, kendi varlığına sahip çıkar, kendi orijinalliğine sahip çıkar; kendi çocukluğuna, masumiyetine, tazeliğine sahip çıkar. Bu tazelik içinden eyleme geçtiğinde anlayışla eylemde bulunursun. Ve o zaman verdiğin tepki tamdır, şimdi ve buradadır; ve tepki meydan okuma yüzündendir geçmiş yüzünden değil.

Mesela birisi sana bir soru soruyor; sen ne yaparsın? Sen hemen zihnin içine gider ve cevabı bulursun. Tüm bilgini toplamış olduğun zihnin bodrumuna gidip cevabı orada bulursun. O zaman o düşünmektir.

Birisi sana bir soru sorar ve sen sessizleşirsin; sorunun içine nüfuz eden gözlerle bakarsın; hafızanın içine değil de sorunun içine. Soruyla yüzleşirsin, soruyla karşılaşırsın. Eğer bilmiyorsan bilmediğini söylersin. Örneğin birisi Tanrı var mı yok mu diye sorar. Sen hemen, "Evet Tanrı vardır" dersin. Bu cevap nereden geliyor? Senin hafızandan mı? Senin Hıristiyan hafızandan, Hindu hafızandan, Müslüman hafızandan mı? O zaman bu tamamen faydasız, yarasızdır. Şayet senin komünist bir hafızan varsa "Hayır Tanrı yoktur" diyeceksin. Eğer bir Katolik hafızan varsa "Evet, bir Tanrı vardır" diyeceksin. Eğer bir Budist hafızan varsa, "Tanrı yoktur" diyeceksin. Fakat bu cevaplar hafızadan geliyor. Şayet sen anlayışı olan bir kişi isen basitçe soruyu dinleyeceksin, sorunun derinine ineceksin. Basitçe izleyeceksin. Eğer bilmiyorsan, "Bilmiyorum" diyeceksin. Eğer biliyorsan sadece o zaman bildiğini söyleyeceksin. Ve ben "Şayet biliyorsan," dediğimde aydınlandıysan demek istiyorum.

Anlayışa sahip bir insan doğrudur. Eğer "Bilmiyorum," diyorsa onun cehaleti zihnin bilgisinden daha kıymetlidir çünkü en azından onun cehaleti, onun cehaletini kabullenişi hakikate daha yakındır. En azından o rol yapmıyor, o bir ikiyüzlü değil.

İzle ve tüm cevaplarının hafızandan geldiğini göreceksin. O zaman hafızanın işlemediği ve saf bilincin işlediği yeri bulmaya çalış. Anlayış budur.

Bir gün...

Doktor hastanın odasına girdi. Beş dakika sonra bir tornavida istedi, sonra hastasının yanına gitti. Beş dakika daha sonra yeniden dışarıda idi ve bir keski ile çekiç istedi.

Çılgına dönen koca daha fazla dayanamadı. Suçlayıcı bir şekilde, "Allah aşkına doktor, karımın sorunu ne?" diye sordu.

"Henüz bilmiyorum," dedi doktor. "Çantamı açamıyorum"

Bazen "Bilmiyorum" dediğin zaman bu anlayışından kaynaklanmak zorunda değildir. Bu belki de basitçe senin çantanı açamamandır. Belki de hafızanı açamıyorsundur. Ya da hafızanda bir şey bulamıyorsundur; zamana ihtiyacın vardır. "Bilmiyorum. Bana zaman tanıyın, biraz düşüneyim," diyorsundur. Düşünüp ne yapacaksın? Eğer biliyorsan biliyorsundur; bilmiyorsan bilmiyorsundur. Ne hakkında düşüneceksin? Ama sen "Bana zaman tanı onun hakkında düşüneceğim," diyorsun. Sen ne diyorsun? Diyorsun ki, "Zihnimin bodrumuna gitmem ve araştırmam gerekecek. Ve orada yıllar boyunca o kadar çok çöplük birikti ki bulmak zordur ama elimden gelenin en iyisini yapacağım."

Meditasyon yap ve bu bodrumdan özgürleş. Bodrum kullanışsız değildir; o kullanılabilir. Ancak o senin anlayışının yerine geçmemeli.

Anlayış sahibi birisi şeylerin içine doğrudan bakar. Onun kavrayışı doğrudandır. Fakat o tüm bilgi birikimini kavrayışının sana ulaşmasına yardım etmek için kullanabilir. O biriktirmiş olduğu şeyleri, sana aktarmaya çalıştığı her şeyi netleştirmek için kullanabilir. Ancak onun aktarmak istediği şey kendisinindir. Sözler ödünç alınmış olabilir, lisan ödünç alınmış olabilir —ödünç alınmak zorundadır— kavramlar ödünç alınmış olabilir ancak sana aktarmaya çalıştığı değil. Taşıyıcı hafızadan gelecektir ama taşınan onun kendi kavrayışı olacaktır.

Ve açıktır ki, anlayışa sahip olmayan kişi pek çok düşüncenin kurbanı olacaktır çünkü ona bir merkez verecek herhangi bir kavrayışı yoktur. Onun birbiri ile ilişkisiz, hatta birbirine taban tabana zıt; birbiri ile çatışan, birbirine karşı çok derin uzlaşmazlıkları olan düşüncelerden oluşma bir kalabalığı vardır. Onun zihnin içinde uğuldayan bir düşünce kalabalığı —bir grup bile değil, bir toplum bile değil de bir kütle— vardır. O yüzden şayet düşüncelerinle çok ileri gidersen bir gün delireceksin. Çok fazla düşünce delilik yaratabilir.

İlkel toplumlarda delilik çok enderdir. Bir toplum ne kadar medeniyse o kadar çok insan delirir. Hatta medeni toplumlarda entelektiyle çalışan insanlar daha çok delirir. Maalesef bu böyledir ama gerçek budur: Diğer tüm mesleklere nazaran daha çok psikanalizci delirir. Niçin? Çok fazla düşünmek. Çok fazla çelişkili düşünceyi bir arada yönetmek çok zordur. Onları yönetmeye çalışırken senin tüm varlığın bir kaosa dönüşür.

Anlayış tektir, anlayış merkezidir. O basittir; düşünceler çok komplekstir.

Kılıbık bir koca bir psikiyatra gitmiş ve tekrar tekrar bir karabasan gördüğünü söylemiş.

"Her gece," demiş, "on iki güzel kadınla birlikte bir adaya düştüğümü rüyamda görüyorum."

"Bunda bu kadar berbat olan şey ne ki?" diye sormuş psikiyatr.

"Siz hiç on iki kadını memnun etmeye çalıştınız mı?"

Sorun buydu: on iki kadını nasıl mutlu edersin? Tek bir kadını bile memnun etmek çok zorken.

Düşünmek çevrendeki binlerce ve binlerce kadını memnun etmek gibidir. Kişi doğal olarak delirir. Anlayış çok basittir: Sen sadece tek bir kavrayışla evlisin ama bu kavrayış bir ışık, bir el feneri gibi çalışır. Ne zaman el fenerini bir şeye odaklasan gizemler açığa çıkar. Ne zaman el fenerini odaklarsan karanlık kaybolur.

Gizli kalmış anlayışını bulmaya çalış. Ve bunun yolu zihni bırakmaktır. Ve düşünceyi bırakmanın iki olasılığı vardır: Ya meditasyon ya sevgi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder